Tema, “yabancı” olunca Albert Camus’un kült romanını raftan çıkarıp yeniden okudum. Çoğu edebiyatseverin okuduğunu varsaydığım ancak okunduysa bile, yeniden gözden geçirilmesinde, yaşadığımız dönem dinamiklerinin ışığında yeniden okunmasında fayda görüyorum. Okumayanların ise mutlaka edinip okumalarını öneririm.
Camus ismini neredeyse hepimiz biliyoruz da kimdir Camus? Fransız bir filozof, yazar, tiyatro yazarı ve politik bir aktivist olan Camus, 1913’te Cezayir’de doğdu. Sömürge Cezayir’e yerleşen Fransızlara küçümsenerek pied-noir (siyah ayak) deniyor. Camus de siyah ayak çiftçi bir baba ve hiç okula gitmemiş sağır bir annenin oğlu. Birinci Dünya Savaşı’nda askere alınan babası 1914’te ölünce annesiyle son derece fakir bir hayat sürdürürler. Ancak okulundaki öğretmeni ondaki ışığı fark edince, ücretsiz ders vererek iyi bir liseden burs almasını sağlar. Bir an önce çalışmaya başlayıp eve para getirmesini isteyen anneannesinin karşı koymasına rağmen bu burs hayatını değiştirir. Hatta 1957’de Nobel Ödülü’nü alırken yaptığı konuşmada öğretmenine özellikle teşekkür eder. Yaşam görüşünün temel taşlarını oluşturur çocukluk ve gençlik yılları. 1935’te Cezayir Komünist Partisi’ne üye olur. Her ne kadar komünist olsa da Stalin’in totaliter rejimine karşıdır. Bu duruşu sonradan Sartre gibi diğer komünist arkadaşlarıyla arasının açılmasına neden olur. Avrupa’da faşizm seslerinin iyice yükselmeye başladığı 1938’de Cezayir’de solcu bir gazetede yazmaya başlar. Faşizmin yükselişini endişeyle izlerken 1940’ta çalıştığı gazete kapatılınca Paris’e gider. Hemen sonrasında Almanlar Paris’i işgal edince kaçmak isteyen Camus vazgeçip Fransız Direnişine katılır. Yazımızın konusu olan Yabancı’yı bu dönemde yazar ve roman 1942 yılında yayımlanır.
Roman iki bölümden oluşuyor. Birinci bölümde ana karakter Meursault’u tanıtıyor bize yazar. Annesinin ölüm haberini almasıyla başlıyor kitap. Cenaze için patronundan izin alıyor ve âdet olduğu üzere annesinin tabutuyla bir gece geçirip ertesi gün, annesini bıraktığı bakımevinin düzenlediği törene katılıp geri dönüyor. Roman boyunca Meursault’un ön adını öğrenemediğimiz gibi yaşını, çalıştığı işi de öğrenemez okur. Sanki yazar bu detaylarla özellikle anonim bir karakter yaratır… Herkes gibi o da çalışıyor, annesine bakıyor vs. Sistemin içinde yer alıyor kısaca. Ancak annesinin yaşını bile bilmiyor karakterimiz. Cenaze törenini anlatırken bir duygu yansıması göremiyoruz. Her şeyi yapılması gerektiği için neredeyse sıkılarak yapıyor. Döner dönmez de havanın sıcaklığından dolayı hemen plaja yüzmeye gidiyor ve orada eskiden hoşlandığı bir iş arkadaşını görüp onunla flörtleşiyor, akşamına da beraber oluyorlar. Daha sonra, mahkemede Meursault’un duygusuzluğuna, acımasızlığına ispat olarak gösterilecek bu anlar, biz okurları da gelecek sayfalara hazırlıyor. Hemen hemen her şeye verdiği “fark etmez” cevabıyla hayatta hiçbir şeyin onu heyecanlandırmadığını, bir hedefi olmadığını, sadece anlık yaşadığını düşünüyoruz. Sevgilisi Marie onunla evlenmek istediğini söylediğinde bile ona “olur benim için fark etmez” diye cevap verebilecek kadar heyecansız, beklentisiz bir adam. Bölümün sonundaysa güneşten bunalıp sıcak geldiği için serinlemek amacıyla gittiği pınarın kenarında birini öldürüyor. Planlamadığı bu cinayetten sonra ne bir pişmanlık ne bir şaşkınlık…Hiçbir duygu göstermiyor kahramanımız. Tuhaf hatta saçma! İkinci bölümse tutuklandıktan mahkeme sonuna kadar geçen zamanı anlatıyor. Bu süreçte kahramanımız Meursault’ın hayata bakış açısını görürüz.
Roman kahramanımız Meursault da sistemin işleyişini bilir ancak anlamlandıramaz. Evet, birini öldürmüştür ama buna diğer insanlar kadar anlam yüklemez.” … ona elimi uzatacaktım, ama adam öldürmüş olduğumu tam zamanında hatırladım.”
Meursault’un gözünden yazılan roman, özellikle ikinci bölümde sorgu, hapishane, mahkeme süreçlerinde yani katı kuralların işlediği sistemde absürdizm felsefesini çok net ve çarpıcı işler.
“Fakat herkes bilir ki hayat, yaşamak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz ya da yetmiş yaşında ölmenin önemli bir şey olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki durumda da gayet doğal olarak başka erkekler ve kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası, bundan daha açık bir şey yoktu. Şimdi ya da otuz yıl sonra olsun ölecek olan hep bendim. O anda yaptığım muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesinin içimde yarattığı o korkunç hamleydi. …. İnsan mademki ölecektir, bunun nerede ve nasıl olacağının önemi yoktur, apaçık bir şeydir bu.” ( sayfa 103)
Albert Camus kendi sanat hayatını üçe böler. Absürt (saçma) adını verdiği ilk döngüde yazmıştır Yabancı romanını. Yazarın deneme kitabı Sisifos Söylencesi de bu dönemin eseridir. İkinci döngüye başkaldırı, üçüncüsüne aşk adını verir. Eserlerini bu dönemlere göre de okuyabiliriz.
Eleştirmenler tarafından absürdizmin önemli örneklerinden biri olarak kabul edilen Yabancı, teorik düşüncenin gündelik hayattaki pratik karşılığını sergiler. 110 sayfalık kısa bir roman olmasına rağmen derinliği kitabın boyutunun ötesine taşan “Yabancı “, Camus’un en bilinen eseri olarak edebiyat tarihine adını yazdırmıştır.
Yabancı, Albert Camus, Can Sanat Yayınları,84. Baskı, Temmuz 2024, 110 sayfa