Yiyecek sektörünün devi, İleri Beslenme ve Yaratıcılık Operasyon Sistemi İBY, kültür hizmetlerinde tanınan bir markaydı. Çeşitli kentlerde sergi salonları, tiyatro sahneleri, bir de büyük yayınevi vardı. Sanatta yaratıcılığı desteklemek için elinden geleni yapıyor, büyük para ödülleri koyduğu yarışmalar düzenliyordu. Artık gelenekselleşmiş “İleri Edebiyat Öykü Yarışması” içlerinde en önemlisiydi. Elif de düzenlenen ödül törenine gitmek için hazırlanıyordu.
Tören, kentin en yüksek gökdelenindeki gösterişli İBY Sahne’de yapılacaktı. Bir hafta önceden, siyah kurdeleyle bağlanmış altın varaklı kırmızı davetiyeler gönderilmiş, davetlilerden törene katılırken kurdeleyi yakalarına takmaları istenmişti. Daha kurdeleyi görür görmez içi bulanmıştı Elif’in. Üstelik yakaya takma zorunluluğu getirmişlerdi ya, bir anda siyah kelepçeye dönüşen kurdele, susturulmanın, biçim verilmenin, ait kılınmanın sembolü oluvermişti zihninde. “Bir öykü yazmalıyım, adı da Siyah Kurdeleli Kırmızı Davetiye olmalı,” diye düşünmüştü.
Yarışmaları sevmezdi, katılmamıştı hiçbirine. Ona göre satış politikası, edebiyatı yönlendirme aracıydı. Ama aldığı bir e-posta mesajı onu kışkırtmış, alelacele yazdığı öyküyü yollamıştı yarışmaya. Kışkırtma, sanatın lezzetini hesaplayan yapay zekâsıyla ünlü İBY’nin aslen gıda mühendisi olan yayınevi editöründen gelmişti. Yolladığı roman dosyasını, yapay zekâyla lezzet testine tuttuğu gıdalardan biri sanan editör, tadımcıbaşı ağzıyla yazmıştı eleştirisini.
“Üzerinde çok çalışılması, günümüz dünyasıyla bağ kurulması gerekiyor. Çünkü yazar olarak sesiniz çok duyuluyor. Adeta slogan atar gibi yazmışsınız. Yazdıklarınızın politik aroması çok yüksek. Bu dijital çağda, geçmiş tatların modası çoktan geçti.”
Editör olunca sınıf atlayıp tadımcılıktan edebiyat gurmeliğine sıçramış olmalı ki, edebi aromaları kategorize ediyordu. Ne de olsa çeşit çeşitti aromalar. Modası geçen, yeni moda olanlar, gelecek vaat edenler…
Kendini tutamayıp zehir zemberek bir e-posta döşenmiş ama son anda göndermekten vazgeçmişti. Yarışmaya katılmaya karar verip hemen bir öykü yazmıştı. Yazarının sesi duyulmayan, slogan yerine, İBY’nin yaratıcı aromalarını taşıyan, tam editörümüze layık bir öykü.
Günler sonra nihayet sonuçların açıklanacağı törene çağıran, o siyah kurdeleli davetiyeyi alınca, “Birinci aşamayı geçtiğime göre bizim aroma kendini hissettirmiş,” diye düşünmüştü. Hem çağrı cümlesi de oldukça kışkırtıcıydı.
“İddialıyız, edebiyata yepyeni sesler getiriyoruz! Sizi de bekleriz.” Gitmemek olmazdı.
Hazırlanıp kapıdan çıkacakken aklına kurdele takma zorunluluğu geldi. Tam yakasına iliştirecekti ki olmadı, içi bulandı. Onaylamadığı bir şeyi yapmanın katlanılmazlığını yaşarken, o küçücük fiyonk vücudunu hareketsiz kılacak kadar ağır geliyordu. Çantasına attı.
Gökdelenin girişi kalabalıktı. Salona girerken iliştirirdi yakasına. İçeri girdi, koltuklardan birine oturdu. Etrafını incelemeye başladı. Uğultulu kalabalıkta yeni olan hiçbir şey yoktu. Aynı büyükler, aynı küçükler, edebiyatın aynı sosyal medya yüzleri. Demeçleriyle en çok ilgi toplayanların, kitapları çok satanlar listesinden inmeyenlerin oluşturduğu, ‘edebiyat camiası.’ Aynı alkışlayan eller, aynı pohpohlayan diller, aynı cümleleri kullananlar kulübünün üyeleri. Çok satanlar listesinden inmeyen, birbirinin benzeri aynı kitapların yazarları. Hepsinin yakasında aynı siyah kurdele. Her biri çok görünmelerini borçlu oldukları İBY yayınevine bağlılıklarını sunmaya gelmişlerdi.
Huzursuzca “Ne işim var burada?” diye söylenip eli yakasına, boğazına dolanmış gibi duran siyah kurdeleye gitti. Tam çıkarıp atacaktı ki adının çağrıldığını duydu. Yabancı bir ismin çağrılması salonda sessizlik yarattı. Başlar ismin sahibini aradı, bulamadı… Sessizlik yeniden uğultuya dönüşecekken, bir kez daha sahneye davet edildi.
“Bu yılın yepyeni sesi, yarışmamızın birincisi Elif Kayra’yı davet ediyorum!”
Sanki şarkıcı sahneye davet ediliyordu. Ayağa kalktı. Başlar ona çevrildi. Yavaşça ilerledi. Sunucu ona mikrofon uzatırken bir kez daha vurguladı. “Yeni sesimiz!”
Durdu, suskun bir halde salona baktı. Herkes, kimsin, der gibi onu süzüyordu. Önce yakasındaki kurdeleyi çıkardı, avucuna aldı. Sonra dingin bir sesle konuşmaya başladı.
“Her yarışma bir sınavdır. Hem yarışan için, hem de yarıştıran için.”
Salonda çıt çıkmıyordu.
“Elbette sınavların birincisi olur. Bu yılın sınav birincisi de benmişim. Üzülsem mi, sevinsem mi bilemedim. Öykümde kendi sesimi kullansaydım sevinebilirdim belki, ama ben hile yaptım. Öykümü, sizin duymaktan bıkıp usanmadığınız sesinizi kullanarak yazdım. Yanılmadım, yabancısı olmadığınız ses hoşunuza gitti.”
Salonda şaşkın bakışlar, ses çıkmayan açık ağızlar, soluksuz kalmış bedenler öylece donup kalmışlardı. Elif kolunu havaya kaldırıp elindeki kurdeleyi yere bıraktı. Döne döne süzülen kurdele yere düşerken bakışlar onu izledi. Salonda çıt çıkmıyordu.
“Yaptığım bir deneydi. Sesinizi taklit edebiliyormuşum. Taklit aslını yaşatır. Bense başka sesleri bastıran sesinize karşıyım. Ama bundan sonra gerçek sesler duyacaksınız. Edebiyatın rahatsız eden, tedirginleştiren, huzur kaçıran sesini. İşiniz zor, kolay gelsin!”
Kalabalıktan biri el çırpmaya başladı. Sonra bir ikincisi, bir üçüncüsü… Bir grup genç fanzinci ayağa kalkmış, heyecanla alkışlıyorlardı. Alkışı kesip yakalarındaki siyah kurdeleyi sökmeye başladılar. Yere düşen her bir kurdele, sanki ödül törenine atılan bir tokattı. Gençlerden biri bağırdı.
“Farklı sesleri duymaya hazırlanın!”
Salon bir anda karıştı. Olanları yuhalayanlar, protesto edenler, yakalarındaki kurdeleyi söküp atanlar, sövenler… Bir ses, “Güvenlik!” diye gürledi. Görevliler sahneye koşuştururken, gençler, onlardan atik davranıp Elif’i ortalarına aldılar. Hep birlikte salonu terk ettiler.
Ertesi gün televizyonlarda ödül töreninin kısacık bir bölümü yayınlandı. Görüntülerde Elif yoktu. Sosyal medyada sadece birkaç hesabın, Yeni yazar kriz çıkardı başlıkları görüldü. Bazıları, Dikkat çekmeye çalışan amatör diye söz etti. Hiç kimse ne söylediğini yazmadı. Elif’in sosyal medya hesapları donduruldu, kendi olanaklarıyla çıkardığı romanlarının internet satışını bile engellendi.
Bir anda görünmez olmuştu Elif ama umursamadı. Masasının başına geçip ilk cümleyi yazdı:
İnsan bazen susturulduğunu fark etmeden susar. Bu tehlikelidir. Sessizliğin en keskin kelimeleri doğurduğunu unutmamalı…
Arkası su gibi aktı gitti. Bütün gece durmamacasına yazdı. Yeni bir romandı satırlara dökülen. Sansürlenmiş haber kupürlerinden, yasaklanmış kitapların paragraflarından, hatta başvurularını reddetmiş e-postalarından ördü kurgusunu. Her kelime bir yara, her cümle bir tanıklıktı. Gün doğarken yazdıklarını internet blogunda yayınladı. Metnin altına imza atmadı. Sadece bir sembol koydu; siyah kurdeleden bir fiyonk.
Günler geceler boyu aynı şeyi yaptı. Yazdı, yayınladı, yazdı yayınladı, yazdı yayınladı…
Kısa sürede blogu binlerce kişi tarafından okundu, paylaşıldı. Binler on binlere ulaştı. Büyüdükçe büyüdüler. Yayınevleri sessiz kaldı, eleştirmenler görmezden geldi. Ama fısıltı hâlinde yayılan o kelimeler, genç yazarlar arasında yeni bir hareketin kıvılcımını çaktı. Kent bir sabah, duvarlarında şu cümleyle uyandı;
“Kurdeleleri değil, kelimeleri takın yakanıza!” Öyle de oldu. Ve belki de ilk kez, edebiyat yeniden halkın diline döndü.
Aradan haftalar geçti. Elif’in ismi artık hiçbir listede, hiçbir yayınevi kataloğunda yer almıyordu ama kentte, hatta ülkede tanımayan yoktu. Onun siyah kurdeleli metinleri, şehirlerin duvarlarında, metrolarda, fotokopi kâğıtlarında dolaşıyordu.
Kimse kimin yazdığını görmüyordu, yazarı da yazdıklarını da herkes kendisiyle özdeşleştiriyordu. Bir süre sonra Elif’in sembolü bağımsız yayın kolektiflerinin simgesi hâline geldi. Hiçbirinin reklamcısı, hâmîsi, ödül gecesi olmadı. Ama onların kitapları, sokaklarda, ikinci el raflarında durmamacasına dolaşıyordu. Kelimeler yeniden özgürdü. Olması gereken yerdeydiler.