İki pembe çizgi yan yana durmuş, felaket haberi verircesine Defne’ye bakıyorlardı. Allah kahretsin! Nasıl olabilir böyle bir şey? Hem de ilk seferde! Öylece bakakaldı çubuğa. Binlerce düşünce yarışırcasına dolandı zihninde. Kapının vurulmasını algıladığında anca kendine geldi.
“Defne, iyi misin? Kapıyı da duymuyorsun.”
“İyiyim iyiyim, yok bir şey.”
“E, o zaman çıksana yahu. Yarım saattir tuvalettesin. Altıma edeceğim.”
“Tamam Yeliz tamam, çıkıyorum.”
Odasına girince yatağına uzandı, çubuğu tekrar cebinden çıkardı. Bu iki pembe çizgi çocuk sahibi olmak isteyen mutlu bir aileyi temsil ederdi. Ne var ki ne evliydi ne de çocuk istiyordu. Ne çocuğu yaa, deyip aniden fırladı yataktan. Olayın ciddiyetini yeni kavramıştı. Çocuk mocuk yok! Odanın içinde dönmeye başladı sinirle. Üniversite sondayım. Daha mezun olacağım, çalışacağım, kariyer yapacağım. Sandalyesine çöktü, kendini tutamadı, ağladı. Yeniden ayağa kalktı, eline geçirdiği saç fırçasını yatağa fırlattı. Mutfaktan hiç çıkmayan kendinden sadece on sekiz yaş büyük annesi gözünün önüne geldi. Onun gibi, bir eve bir mutfağa tıkılıp kalmak istemiyorum ben. Kariyer yapacağım, çok para kazanacağım. Kaçacağım buralardan, kurallarından, beklentilerinden. Özgür olacağım. Zaten…
Birden öfkesi Arda’ya yöneldi. Tek başına olmadı ya bu çocuk? Okkalı bir yumruk çakmak geldi içinden suratının orta yerine. Staj yaptığı iş yerinde art direktördü Arda. Defne onu ilk görüşünde uzun boyu, kumral dalgalı saçları, traşlı temiz yüzü ve ona çok yakışan kemik, yuvarlak gözlükleriyle çok yakışıklı bulmuştu. Gayrı ihtiyari hemen sol eline bakmış, alyans görmeyince gereksiz bir sevinç duymuştu. Şansına Arda’nın bir müşterisine hazırlanacak sunum için ufak tefek işleri yapacak birisi lazım olunca Defne’yi oraya yerleştirmişlerdi. Staj raporu için çok iyi bir konumdu ama Defne daha çok Arda’yla yakın çalışacağı için mutlu olmuştu. Nasıl da salakmışım!
O gecenin ertesi günü Yeliz’le akşam evde buluştuklarında olanları ona heyecanla anlatmıştı. Böyle elini sallasa ellisini elde edebilecek bir adamın nasıl ona baktığına inanamıyordu. Yeliz her zamanki sağduyusuyla “Sen gene de dikkatli ol, adam bayağı büyük senden, evlidir mevlidir,” demişti. Eline daha ilk gün baktım, alyansı yok. O kadar da aptal değiliz yani, diye cevaplamıştım bir de! Yeliz’e kızmıştım içten içte. Neymiş, heyecanıma ortak olmamış. Kız haklı çıktı işte. Eline telefonu aldı. Arda’yı çevirip avaz avaz bağırmak istiyordu. Durdu. Üç haftadır konuşmuyorlardı. Arda onu aramak için bahane yarattığını sanacaktı. Belki açmazdı bile telefonu. Çubuğun resmini çekip mesaj mı atsaydı? Ne yapsa doğru gelmiyor, telefon bir eline bir yatağın üstüne gidip geliyordu. Nasıl düşmüştü böylesi bir hataya? Nasıl bu kadar saf olabilmişti? Evli bir adama nasıl aşık olursun Defne! Karısı da nasıl güzel. Resmen çerez oldun ikisine.
Birlikteliklerinin haftasında karısı sürpriz yapınca ortaya çıkmıştı Arda’nın Leyla diye bir kadınla evli olduğu. Defne, o saniye sildi onu defterinden. Sadece zorunlu oldukça iletişim kurdu. Hiçbir mesajına cevap vermedi. Ama şimdi? Durum farklıydı. Çaresiz hissediyordu. Uyumaya çalıştı ama olmadı. O gece Arda’nın ona arkadan yaklaşması, omuzundan minik bir öpücükle başlayan yakınlaşmaları gözünün önünden bir türlü gitmedi. Yeliz’i uyandırmamaya dikkat ederek duş aldı ve kendini sokağa attı. Ajansa vardığında henüz kapı açılmamış, çaycı bile gelmemişti. Bekledi. Arda her zamanki gibi dokuz buçukta geldi. Kahve makinasının yanında olduğunu görünce mesaj yazdı.
-Konuşmamız gerek.
-Tabii, çıkışta içki?
-Olur.
Arda kendine viski söyledi, Defne kahve istedi. Garson uzaklaşınca test çubuğunu çıkarıp uzattı. Arda ne bu ifadesiyle aldı çubuğu, iki pembe çizgiyi görünce gülümsedi. Gerçekten sevindi mi, ben mi uyduruyorum?
“Neden güldün?”
“Duymuşsundur ofistekilerden, benim çocuğum olmuyor.”
“Ne demek olmuyor, sen ilktin. Yan çizme!”
“Doktorlar öyle söylemişti. Sorun bende değilmiş demek ki. O yüzden güldüm.”
“Ne biçim adamsın sen!”
“Merak etme üzerime düşen her şeyi yapmaya hazırım.”
“Para falan istemiyorum, yanımda ol yeter.”
Birkaç gün sonra Defne’nin bildirdiği kliniğin önünde sabah sekiz buçukta buluştular. Hemşire mi, sekreter mi olduğu belirsiz bol makyajlı bir kadın onları bir odaya aldı. Tümüyle soyunması gerekiyordu, Defne arkasını dönmesini işaret etti.
“Çıkayım mı?”
“Hayır, karı koca olduğumuzu düşünmelerini istiyorum.”
Arkası dönük, duvara bakarken kendi kendine konuşur gibi mırıldandı. “Hayat biz planlar yaparken başımıza gelenlerdir demiş John Lennon.”
“Her şey benim başıma geldi Arda Bey. Sizin tuzunuz kuru. Evlat katili olan da benim, kuyruk sallayan da.”
İlk kez onu bu kadar üzgün görüyordu. Bir buçuk ay önce onu bu halde görse içi parçalanır, elini tutmak için yanıp tutuşurdu. Şimdi sadece bacaklarının arasına bir tekme vurmak istedi. Bir hemşire ve bir hastabakıcı Defne’yi götürmek üzere ameliyat yatağına koydu. Arda yanına gelip elini tuttu. Yanındayım, dedi. Defne bir an için içtenlikle söylediğini düşündü. Öfke dalgası sarınca her yanını elini çekecek gibi oldu ama oyunu sürdürmesi gerektiğini hatırladı, gülümsedi. Asansörde “Allah belanı versin” diye ilendi.
Ameliyathane soğuktu. Titremem ondandır herhalde. Narkoz vermeyecekler umarım. Çocuk aldırmanın yasak olduğu zamanlarda yapılan aldırmaların uyuşturmadan yapıldığını ve çok tehlikeli olduğunu okumuştu bazı romanlarda. Ya aksilik olursa ya bir daha çocuğum olmazsa, ya kanama durmazsa. Kalp atışları hızlanıyordu. Her ne kadar üstünde örtü de olsa bacakları açık bir şekilde askıda bekliyor olmak Defne’yi çok rahatsız ediyor, utandırıyordu. Bir an evvel bitse şu iş! Derinden bir ses duyar gibi oldu. Bir çocuk “Anne, beni bırakma,” diye yalvarıyordu. Sesten kurtulmak için başını hızlıca salladı, gözlerini kapayıp tekrar açtı. Küçük bir kız çocuğu bakıyordu ona. Salopet giymiş, saçları iki yanda at kuyruğu yapılmış, kırmızı kurdeleli küçük bir kız. Ellerini uzatıp “anne, n’olur beni bırakma,” deyip boynuna sarıldı, yanağından öptü. Defne’nin gözyaşları akıyordu yanaklarından.
“Bayıldı. İşleme başlamadan evvel kendine gelmesi lazım, dedi o arada gelen doktor. Bir de şekerine bakın, düşmüş olmalı. Bu halde başlayamayız.
“Tansiyon 80’e 40’a düşmüş.”
“Odaya geri götürün, kendine gelsin. Sonra araya alırız gene. Uzun bir işlem değil nasıl olsa.”
Defneyi baygın şekilde odaya getirdiklerinde Arda “Ne çabuk? Bu kadar kolay mıymış?” diye sordu.
“Yok, işlem yapılamadı. Tansiyonu çok düştü. Toparlanmasını bekleyeceğiz.”
Kendine geldiğinde hiçbir ağrı hissetmiyordu. Narkozun etkisi herhalde diye geçti aklından. Kafasını çevirince Arda’yı baş ucunda gördü.
“Bitti mi?”
“Hayır, tansiyonun çok düştüğü için yapamamışlar. Tansiyonunun düzelmesini bekliyorlar.”
Arda’nın dediklerini algılayıncaya kadar birkaç saniye geçti. O ana kadar yaşadığı strese, korkuya rağmen hâlâ bu işin hallolmadığını anladığında hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Bitmeliydi, arkada kalmalıydı her şey. Yoluna devam etmeliydi. Mezuniyet törenine şurada iki hafta kalmıştı. Hemşire geldi o sırada. Tansiyonunu ölçtü, kan aldı. Tansiyonu bir nebze düzelmişti. Hemşire yarım saat sonra tekrar geldi.
“Doktor Bey, tansiyonunuz hala düşük, yarın yapalım işlemi diyor. Hem de kan sonuçlarınız da çıkmış olur.
Defne Arda’ya baktı. Çok çaresiz, yalnız, çözümsüz hissediyordu. Bir şey düşünecek, karar verecek hali yoktu.
“Tamam hemşire hanım, çıkabilir miyiz şimdi?”
“Elbette. Yarın gene aynı saatte.”
Defne giyindi. Beraber çıktılar klinikten. Hemşireler arkalarından imrenerek ne güzel bir çift, inşallah vazgeçer hanım diye düşünüyordu.
İki ay sonra Defne havalimanında Arda’yla vedalaşıyordu. Arda ona sıkı sıkı sarıldı.
“Teşekkürler.”
Defne ellerini Leyla’ya uzattı. Yine çok şıktı, çok zarifti. Gözlerinde minnet ve sevgi vardı. “Hakkını hiçbir zaman ödeyemeyiz Defne.”
“Ben teşekkür ederim. Bana yepyeni bir hayat verdiniz. Şimdilik hoşça kalın. Doğumda görüşeceğiz zaten.”
Güvenlik kontrolünden önce onlara el sallarken kendi kendine mırıldandı. “Belki de… Bir daha hiç görüşmeyiz.”