İyi öğlenler Kafka,
Gerçek Milena, sahici Kafka’ya öğleüzerileri mektup yazar mıydı bilmiyorum. Birbirimize neden geçmiş yüzyılın en hüzünlü çiftinin isimleriyle sesleniyoruz, onu da bilmiyorum.
Son mektubunu okuduğumdan beri, Cohen günlerdir kulağıma “Famous Blue Raincoat” fısıldayıp duruyor. Şarkıyı keşfettiğimiz yıl, aniden evlendiğim için bana kızıp okulu bıraktığın o yıl yani, çok yağmur yağmıştı ve sen gitmeden önce en çok bu şarkıyı dinlemiştik. Hava günlerdir tıpkı o kış gibi gri ve ıslak, belki bu yüzden Cohen ziyaret ediyor odamı.
Mektubun bu kez bana iyi gelmedi. Aslında senin elinin değdiği her satır ruhumu hafifletirdi eskiden. Sanırım seninle göz göze gelmekten artık bu yüzden korkuyorum ve yüzünü görebilecek kadar yakınımdayken, aynı şehir sınırlarında mektuplaşmayı seçiyorum. Tıpkı senin, beni aramayı aklından bile geçiremediğin gibi. Bu yüzden çok uzun süredir beni ziyarete gelmeni istemiyorum.
“Gecenin bir körü Birsen’i aramak istiyorum, ‘Koca bir aşk büyütecek kadar yetişkin değildim, belki de seni, beni sevdiğin gibi sevemedim, yıllarca aşkını sömürüp seni incittim, özür dilerim,’ demek istiyorum.
Aslında engelleyemediğim bir istekle seni aramak, sesini duymak istediğimi fark ediyorum ama yapamıyorum. Seni aramayı bile düşünemiyorum. Bırak düşünmeyi aklımdan dahi geçiremiyorum. Sana söyleyeceklerim herkese söyleyeceklerimden daha çok. Ve hepsine verecek yanıtların var. Hepsini çürütürsün, benim adıma konuşur, benim adıma kararlar verir, aslında ne hissettiğimi, nasıl olduğumu söylersin. Çünkü sen beni hiç mantığını bırakarak dinlemedin, çünkü mantığını kenara bırakacak, duygusal bir şey gelişmedi içinde bana karşı.”
Tüm bunları okurken darmadağın oluyor içim. Seni en iyi tanıyan ben olduğum için değil, içimde mantığımı kenara bırakacak duygusal bir şeyler gelişmediği için. Hatta sen öyle sandığın ve yıllarca dizinin dibini göremeyip, beni de kör ettiğin için. Mantığımı kenara bırakacak bir şey gelişmedi içimde öyle mi sevgili Kafka? Tüm bu kelime oyunları, aramızdaki gel gitler, yıllardır adını bir türlü koyamadığımız ve “dostluk” diye kılıflandırdığımız ilişkimiz… Acaba Milena böyle bir satırın karşısında ne yazardı Kafka’ya? Artık hiçbir önemi yok aslında. Tüm keşkeler, zamanın kararlılığı karşısında, rüzgara savrulmuş kum tanelerinden farksız. Ne eskisi kadar genciz, ne senin sakalların hatırladığım kadar kızıl, ne sen Kafka’sın, ne de ben Milena.
Hastaneye yattığım ilk kış, Birsen ziyaretime gelmişti. Buz gibi soğukta, etrafa saçılan çam kozaklarının eşliğinde bahçede yürüdük, koluma girdi. Gülkurusu paltosuyla, koltuk altımdan girip kavradığı kolum, aramızda kalan son köprüydü.
Bundan sana hiç bahsetmedim. Beni çok önemsediğinden değil elbette, enkazımı görmek, hatta yeniden filiz veremeyeceğimden emin olmak için gelmişti biliyorum ve inanır mısın buna izin verdim. Seninle aramızdaki bağı asla çözemediğinden, belki de beni ondan daha çok sevdiğini düşündüğünden, yıllarca azap çekmemiş miydi? Benim yenildiğimi, pes ettiğimi görmeye hakkı vardı. Bana kitap ve sigara getirmiş, o gittikten sonra hepsini etraftakilere dağıttım. Giderken karşımda bir heykel kadar hareketsiz durup, ellerimi tuttu. Bu birbirine dost görünen iki kadim düşmanın birlikte rol aldığı son savaştı, biliyorum. Gözümün önüne kitabımın ödül töreninde kendini sahneye atıp, “Bu kadın hırsız, yalancı. Bizim hayatlarımızı izinsiz anlatıp, kitap yazıyor,” diye bağrışı geldi. Beni en çok ne üzerdi biliyor musun Kafka, Birsen’in kitaptaki karakterlerden, zayıf ve aldatıldığının farkında olmayan kadın karakterim yerine, gururlu ve zeki olanıyla kendini özdeşleştirmiş olması. Tam soracak gibi oldum, sonra vazgeçtim. İlk defa gerçekten gözlerinin içine bakıp, “Yıllarca farklı cephelerde, hatta kimi zaman birbirimize karşı savaştık ama üzülme, o seni benden daha çok sevdi,” dedim sessizce. Bir daha da gelmedi zaten.
O gittikten sonra, gece aklımda hep “Guguk Kuşu” filmi vardı. Birsen, sen ve ben üniversitenin ilk yıllarında, film kulübünde yan yana izlemiştik, hatırlıyor musun? Akıl hastanesinin eğlenceli bir yer olduğunu konuşup durmuştuk, ne büyük bir yanılgı. Ben kendimi Jack Nicholson ile özdeşleştirmiştim ve ne zaman canın sıkılsa, sana filmden replikler söyler, hepimizin delilerin içinde kalmış akıllılar olduğumuzdan bahsederdim. Guguk kuşları, kanatlılar arasında şefkat duygusundan en yoksun kuşlardır sevgili Kafka. Anne guguk kuşu yumurtladıktan sonra, yumurtasını diğer kuş türlerinden birinin yumurtaları arasına gizlice koyar. Yavru kuş büyüdüğünde de ev sahibi yavruları öldürür ve yuvadan uçar gider. Anneden yavrusuna geçen kötü bir huy gibi düzen böyle sürüp gider. Şimdi geldiğim noktayı düşününce, bu bana çok ironik geliyor. O gece tüm bunların gölgesinde, derinleştirilmiş uykumdan uyanıp uyanıp acınacak halime güldüm.
Milena gibi devrimci bir kadının adını kendime rumuz seçmek öyle mi? En büyük devrimimin ne olduğunu düşünüyorum da, küçükken annem ve babamı hiçe sayıp İzmir’den İstanbul’a yerleşmek olsa gerek… Aslında her şey o devrimle başladı. Tüm yok edişler, parçalanmalar ve yeniden doğmalar. O günden sonra gitmeyi alışkanlık edindim ben. Gidebildiğimi gördüm çünkü. Bu satırları yazarken hemşire masaya yanaşıp ilaçlarımı bıraktı. İçtiğimden emin olana dek bekledi, ağzımın içini kontrol etti ve sonra gitti. Bu ilaçların hepsi, içimde mantığımı kenara bırakacak bir şey gelişmemesi için, evet tam da bu sebeple. Duygular kötüdür çünkü. Baş etmesini bilemeyenler için bir şarjör mermiden başka bir şey değildirler.
Tıpkı anıların geçmişle işi olmayanlara güzel gelmesi gibi.
Her öğlen, karşımda duran dev manzaraya bakıyorum. Usta bir ressamın elinden çıkmış “Deliler Hastanesi” adlı yağlı boya bir tabloda, bir figüran olduğumu hayal ediyorum. Gerçeklikten uzaklaşabilmenin en güzel yolu bu, hayal etmek. Oysa gerçeklik çok daha berrak, soğuk bir mermerin tenimize değmesi kadar ürpertici. Kocaman geniş bir hol var, tüm deliler (ki ben bize -anlaşılamayanlar- demeyi tercih ediyorum) orada toplanmış, bir şeyler yapıyorlar. Duygularının körelmesi için aldıkları haplar işe yaramış besbelli, her şey süt liman. En gencimiz, soluk benizli parmaklarına tutuşturduğu renkli pastel boyalarla, önündeki kağıda bir şeyler karalıyor. En güzelimiz, bal rengi saçlarıyla eskimiş siyah piyanonun başında. En pasaklımız, çizgili pijamasının lastiğini çekiştirerek dama desenli yer karolarının üstünde yürüyor. Hafifçe yaşlı olanımız, kahverengi sallanan sandalyesinde dev pencereden bakıp, hiç gelmeyecek olanı bekliyor. Huysuzlananlardan biri, elinde sarı bir yün yumağıyla, duvara gözünü dikmiş, söyleniyor. Bense kırklarının ortasına henüz ulaşmış, saçlarının bir tutamı bile beyazlaşmamış, hayatın anlamsızlığını kaldıramamış ve intihara teşebbüs etmiş bir kadın olarak, oturmuş sana mektup yazıyorum.
Milena, Kafka, sen ve ben. Bu oyun ne zaman başladı, nasıl bizi sardı hatırlayamıyorum bile. Ortak paydalarda birleşmek miydi bizi onlara yakın kılan? Belki de bu büyük bağlılığın odak noktasında, ikisinin de hayatlarındaki “baba” figürü etkili olmuştur. Bitmek bilmeyen öfkeleri, ama içlerinin bir yerlerinde kalan ve kurtulamadıkları sevgileriyle, en eksik yanlarında birbirlerini buldukları fikri. Nasıl Kafka’cığım, tanıdık geldi mi?
Geçenlerde -anlaşılamayanlar- hastanesinde bir kutlama oldu. Birçok anlaşılamayanın ailesi ziyarete geldi. Odamdan çıkmak istemediğim için, tüyleri tüm bedenimi kaşındıran battaniyemi tepeme kadar örtmüş, yatağıma uzanmıştım. Bazen duvarların, çarşafların, hapların beyazlığını görmek istemiyorum. Öyle günlerde gördüğüm her beyazlık, yaşayacağım ömür haneme bir gün daha ekleyecekmiş gibi hissediyorum. Hemşirenin biri odama girip beni kontrol etti ve sonra “Sizin aileniz yok mu, aşağıda beklesenize,” dedi. O an düşündüm. Ben hiçbir pazar günü, evimin bulunduğu sokağın köşesindeki balıkçıdan balık, yanındaki manavdan da yeşillik alarak eve gitmedim mesela. Eve gelince elimdekileri mutfak tezgahına bırakıp, hemen evdekileri doyurmak için kolları sıvamadım. Yani ben hiç aile olmadım Kafka. Eskiden hiç önemsemediğim o olgu, o gün benimle alay etti. Sen geldin aklıma. O huysuz erkek kardeş gibi bakan ela gözlerini, babacan sakallı suratını düşündüm. Sen benim pekala hem babam, hem kardeşim olabilirdin. Başka şeyler de olabilirdin ama onu da berbat ederdik, adım gibi eminim. Seni arayıp çağırmak isteyecek kadar gardım düştü o gün. Geniş holden gelen piyano sesleri, gülüşmeler, alkışlar. Hepsine eşlik etmek istedim senin koluna girip. Tabloda ikimiz olalım istedim, bir aile olalım. Yapamadım. Kendi fırtınasını camdan bir kürenin içine yerleştirmiş bir kadınım ben. Hani şu salladıkça kar yağan, içi su dolu küreler var ya. Sanki bir el gelip arada benimkine uzanıyor, sallıyor ve kaos bitene kadar izleyip gidiyor. O gün de üstüme karlar yağdı yağdı, sonra durdu işte.
Bir sabah, kulağıma gelen kahkaha seslerini takip eden ayaklarım sayesinde, kendimi yan odada kalan emekli tarih öğretmeninin yanında buldum. Oda kahkaha atan hemşire ve peşi sıra gelen hastalarla doluydu. Aceleyle yatağımdan fırladığım için ayaklarım çırılçıplaktı. Kalabalığı birazcık yarıp manzaraya yakınlaştığımda, tarihçinin yatağına enlemesine yattığını gördüm. Kafasına birkaç tane koyu renk kravat bağlamış, tüm giysilerini yatağa ve bir tepeyi andıran göbeğinin üstüne yığmış, yataktan sarkan kafasıyla tersten bizi izliyor ve kımıldamadan yatıyor. Yanına gidip, “Cezmi Bey, ne yapıyorsunuz?” diyen hemşireye ne dedi biliyor musun Kafka? “Yatağımla dertleşiyorum.” Tam o an, yere çıplak basan ayaklarımın altından cayır cayır yanan bir ateş tüm bedenimde gezinmeye başladı. Yatağıyla dertleşiyordu, hepsi bu. Bir ailesi olduğunu odasındaki fotoğraflardan biliyordum. Bizler vardık sonra, aynı tabloda rol aldığı, bir sürü aklı başında tablo figüranı. O hepimizi es geçti ve dertleşmek için yatağını seçti…
Mektubunda tekrar tekrar okuduğum birkaç yer oldu. Altını çizmek istedim ama mektup gibi bir şeyin orijinalliğini bozabilecek kadar delirmedim henüz.
“Üstünü tozlarla kaplıyor zaman her şeyin, bir şeyler gelip üflüyor sonra, tozdan gözlerin kızarıyor. Eski fotoğraflar gibi. İnsan kaybettiklerini fotoğraf albümlerinde saklıyor. Sonra içimde her gün bir kenara sıkıştırıp fırçaladığım, özgüvenini paramparça ettiğim adam, kalkıp ağzımı burnumu kırsın istiyorum.”
Okuyorum, okuyorum ama beynimin içindeki kemirgenlerden senin gerçek sesini duyamıyorum. Selin’in sesi geliyor kulaklarıma cılız bir ağaç dalının hışırtısı gibi ürkek ve silik, “Anne beni de götür, burada bırakma.” Bir çocuğun sorumluluğunu kaldıramayıp, kaçıp uzaklara yerleşecek kadar bencildim ben. O yüzden şimdi geldiğim noktaya, bulunduğum yere üzülerek zaman geçirmiyorum. Selin babasına çekmiş neyse ki. Onun gibi merhametli ve geçmişi hemen unutabilecek kadar zayıf bir hafızaya sahip. Anne guguk kuşu döngüsünü burada kırdığımızı hissedebiliyorum işte. Keşke, gece kadar karanlık uzun saçları, iki kaşının ortasını ikiye bölen hayat çizgisi ve büyük bir kadını andıran ses tonu da bana benzemeseydi. Hafta sonları bazen ziyaretime gelip bana kitap getiriyor. Bahçeye çıkıp seninle son geldiğinde oturduğumuz kırmızı bankta oturuyoruz. Onlarca delinin, yani -anlaşılamamışın-, hikayesine ev sahipliği eden yüzyıllık çınar ağacının gölgesinde otururken, onun anlattıklarına odaklanamıyorum. Ağacın kuru çatırdamalarını duyar gibi oluyorum. Bir kurt edasında dikkat kesiliyor kulaklarım. Benimle aynı bakan ela gözlerinin içine dalmamak için getirdiği kitapların sayfalarını inceliyorum, ayaklarımın altındaki kurumuş yapraklarla oynuyorum, karşımızda duran bizim Rodin’in, Düşünen Adam Heykeli’ne dalıp gidiyorum. Şimdi sıkı dur, bu heykelin diğer kopyalarının bulunduğu bazı yerleri söylüyorum: Tokyo Batı Sanatları Ulusal Müzesi, Vatikan Müzesi, Detroit Sanat Enstitüsü, Baltimore Müzesi ve bu hastanenin bahçesi. Şimdi işe bu yönden bir daha bak, buranın hastane değil de, değerli bir tablonun sergilendiği bir müze olduğuna inanmak sence ne kadar delice?
“Hayatta ağzının payını en çok verdiğimiz kişi kendimiziz herhalde. Bazen düşünüyorum birinin üstüne bu kadar gitsem, kendini keser. Mektuplarında hep, kendi işe yaramazlığından bahsediyorsun. Belki senin de ağzını burnunu kırar şu ezdiğin kız…
Yazmak, üretebilmek. Yazabilmek. Elinde güzel bir şey var Milena, ama sakat bir şey, öyle dengesiz bir şey ki, beslendiği topraklar hep tekinsiz, hep bir garip. Ya buna razı olup onu doyuracaksın, ya da uzak durup düz olmaya çalışacaksın, ortalama bir ömürle en azından rutin bir ızdırapla, bildiğin acılarla yaşayacaksın. Arafta kalamazsın. Ya delirteceksin kendini, delirttikçe açacaksın zihnini, açtıkça yazacaksın, kimselerin girmediği sokaklarda yürüyeceksin, herkesin gizlediği odalara gireceksin, loş ışıklar altındaki kağıda hayat vereceksin ve zaman akacak sözcüklerin üzerinden, sözcükler koparacak bağlarını senden. Bazen kaybettiğin aklını huzurlu bir İzmir sıcağında, oyuncakçı dükkanının gölgesinde bulacaksın. Ya da vazgeçmene öfkelenip, karlar altında bir coğrafyada denize yürüyeceksin. Bunu yaptıkça nefes alacaksın.”
Yazmak artık yüreğimi hafifletmiyor Kafka. Yazmak için yerleştiğim hayatlar, içine girdiğim kimlikler, tekrar tanışıp tekrar kaybettiğim insanlar… Hepsi için çok üzgünüm ama ben artık pes ediyorum. Deliliği bir halt zanneden ve yazar olmak isteyen genç şapşalların tüm kitaplarımı okumasından, hastaneye gelip beni ziyaret etmesinden, beni idol seçmesinden bıktım. Benim duygularıyla yüzleşmekten kaçan, korkak bir yazar olduğumu anlayamayacak kadar aptallar. Yayınevlerinden arayan ve sürekli hastanede bir şeyler yazıp yazmadığımı soran editörlerin de canı cehenneme. Sana yazdığım mektupları ele geçirseler, “Bir Delinin Gizli Mektupları” olarak basarlar eminim. İlla basacaklarsa madem, “Kafka’ya Mektuplar” olsun adı isterdim. Hem şu bizim anlaşılamayanların tablosu var ya, onu da William Turner’ın boyamasını o kadar çok isterdim ki. Ben ve tüm şu deli fikirlerim. Hem daha ne kadar delirebilirim ki sen söyle? Bir yaşam tarzı olarak bildiğim her şeyi yapmadım mı? Sürekli yazmadım mı?
Mektubunun en hoşuma giden kısmına geliyorum şimdi.
“Hoşçakal Milena,
Belki zaman değişir, kalbimiz başka bir dünyada gezer.”
Senin elinden çıkmış ve bana dair en güzel şey değil, biliyorum. Çok daha incelikli ve güzelleri olmuştu. “Seni seviyorum” mesela. Nedense baharın şu ilk günlerinde, tıpkı kendimi öldürmeyi denediğim zamanki gibi, güneş sabahları hole bakan ve kendimi tabloda hissettiren o ince koridorun penceresinden içeri sızıyor. Eskisi gibi gerçekten hayal kurabiliyor olsaydım, elimden tutup beni sadece ikimizin olduğu, tüm gerçekliğin silindiği bir zamana götürmeni isterdim.
Rüyalarda gördüğümüz herkesi, daha önce mutlaka bir yerlerde görmüş olduğumuzu okudum Selin’in getirdiği kitaplardan birinde. Yani beynimizin hiç tanımadığı birini yaratma özelliği yokmuş rüya görürken. Yıllardır, ikimizi de bir yerlerden tanıyan birinin, Birsen’in mesela, rüyasında gördüğü iki karaktermişiz gibi hissetmekten yoruldum. Artık Birsen rüyadan uyansın, bizi serbest bıraksın istiyorum Kafka. Tüm gerçekçiliğimle sana veda ediyorum sevgili dostum. Artık yazmak, yazmak için başka hayatlar çalmak, konuşmak, anlatmak ve anlamak istemiyorum. Ömrümün geri kalanını bu yağlı boya tablonun içinde, masada oturmuş mektup yazan eski bir yazar olarak değil de, kollarını birbirine bağlamış öylece boşluğa doğru gülümseyen bir deli olarak geçirmek istiyorum. Orada bir yerde mutluymuş gibi…
Bir daha bana mektup yazmazsan sevinirim.
Sevgiler,
Milena