Kar sabahın ilk ışıklarından beri yağmaktaydı. Gökyüzü griydi ama kar taneleri parlıyordu; bulutlar, göğe asılmış kandiller gibiydi. Dağın yamacında, ormanın ucunda, taş duvarlarının arasında sessizce duran ev, Halil’in babasından kalmaydı; yıllar geçtikçe taşların arası yosun tutmuş, pencere çerçeveleri soyulmuştu. Meral, sobanın başında dalgın oturuyordu. Elleri, soğuktan değil, beklemekten buz kesmişti. Saatin tik takları dakikaları değil, şüpheyi ölçer gibi ilerliyordu. Taş duvarlar soğuğu dışarıda tutsa da Meral’in içi bir türlü ısınmıyordu. Bir süredir her şey tuhaftı. Halil’in gözleri, konuşurken başka yerlere takılıyordu. Gülüşleri yarımdı. Telefon çaldığında dışarı çıkıyor, “iş” diyordu ama Meral o “iş” kelimesinin içinde bir yabancının nefesini duyuyordu.
Kızları Elif merdivenden indi.
“Anne, babam hâlâ gelmedi mi?”
“Hayır,” dedi Meral. “Gelmedi.”
“Telefonu da kapalı.”
Meral başını kaldırmadı.
Camın ardında sadece kar vardı, ama o beyazlığın içinde bir şey hareket ediyormuş gibi geldi ona bir gölge, bir siluet…
Meral daha fazla dayanamadı. Montunu giydi, kapıyı açtı. Soğuk, yüzüne çarptı. Kar diz boyuydu. Evden çıkan ışık kısa bir mesafeyi aydınlatıyor, sonra karanlıkta yutuluyordu. Uzaktan bir karartı belirdi. Gelen Halil’di. Ama adımları hızlıca, sanki karanlıkta bir şeyden kaçıyormuş gibiydi.
“Kaç saattir yoksun bu kar kıyamette, meraktan delirecek gibi oldum” dedi Meral. Sesi sertti ama içinde korku vardı.
“Yolda Ahmet’e rastladım,” dedi Halil. “Ne var canım biraz konuştuk.” Meral’in içi buz kesti.
“Ahmet mi? O, geçen hafta taşınmadı mı?” Halil başını eğdi. “Belki gitmeden dönmüştür,” dedi, sesi neredeyse duyulmayacak gibi çıkmıştı. İçine içine konuşmuştu sanki.
Yemekte kimse konuşmadı. Meral kocasına bakıyordu hem tanıdık hem yabancıydı yüzü o gece. Halil sessizce çayını içti, sonra gitti yattı. Elif ise ders çalışmak için erkenden odasına çekildi.
Meral karanlıkta tek başına sessizce oturuyor, sobadan gelen çıtırtıları dinliyordu. Odanın içine dışardan bakan biri olsa, onun kar yağışını izlediğini düşünürdü oysa o kafasının içinde dönüp duran şüphe dolu düşüncelerle boğuşuyordu.
Ya gerçekten birine rastladıysa?
Ya yalan söylüyorsa?
Ne saklıyordu ya da kimi?
Gece yarısına doğru, Halil uyuduktan sonra montunun cebine bakmak aklına geldi Meral’in. Arka cebinde unutulmuş küçük bir kâğıt parçası buldu.
Kardelen Pansiyon Oda 3, Halil K.
Meral, kâğıt elindeyken sobanın alevi üzerine vurduğunda yazılar canlıymış gibi dalgalandı ardından bir anda soba sönmüş gibi oldu. Her şey adeta dondu. Elindeki kâğıda, uzun süre baktı. Meral kendi şüphesine tutsak olmuştu artık. Sabaha kadar uyku tutmadı. Kuşku artık sadece aklında değil, damarlarındaydı. Kor gibi yakıyordu içini.
Bir hafta sonra karın hafiflemesini fırsat bilip erkenden evden çıktı. Kararını vermişti pansiyona gidecekti. Ne bulacağını bilmiyordu ama artık dayanamıyordu. Kuşku içini kemiriyor onu hasta ediyordu. Hızlı hızlı yürüyor, bir yandan da adresi arıyordu.
Kasabanın girişinde tabelalar yarı karla kaplıydı. Kardelen Pansiyon, dar bir sokağın ucundaydı. Binanın duvarları rutubetle kaplı, camları buğulu. Kapının önünde bir çift çizme vardı biri küçük, biri büyük. Zili çaldı. Kapı yavaşça açıldı. Orta yaşlı bir kadın çıktı, yüzünde tuhaf bir sakinlik vardı.
“Buyurun?”
Meral sesi çıkmadan konuştu.
“Eşim… Halil Kılıç… Geçenler de burada kalmış sanırım.”
Kadın başını yana eğdi, sonra içeri buyur etti.
Koridor soğuktu.
Bir yerlerden musluktan damlayan su sesi geliyordu.
Kokusu vardı buranın. Ağırlaşmış havasında nem, sabun ve eskimişlik kokusu.
Kadın, yavaş hareketlerle bir defter açtı.
“Halil Kılıç… Evet,” dedi. “Bir gece kalmış.”
Meral nefesini tuttu.
Kadın ekledi: “Ama garip olan şu… Kocanızdı değil mi? Odaya tek kişi girdi, sabah iki kişi çıktı sanırım. Eşiniz olmasa bu bilgiyi vermezdim.”
Meral’in kalbi dondu.
“Ne demek bu?”
Kadın omuz silkti. “Kameramız yok. Ama sabah odada bir bardak fazla vardı.”
Meral suskun kaldı.
Sonra kadın ona doğru eğildi, neredeyse fısıldar gibi konuştu:
“Hanımefendi… O gün kar çok fazlaydı. Kimse dışarı çıkmadı. Ama sabah, pencerenin önünde bir çift ayak izi bulduk. Birinin geldiği… ama kimsenin geri dönmediği.”
Meral, o anda dünyası durdu.
Sadece ayak seslerini duyuluyordu.
Kar üzerinde yürürken çıkan gıcırtılar.
“Gördünüz mü… Kiminleydi?”
Kadın başını salladı.
“Görmedim. Havadan dolayı tüm odalarımız doluydu. Az sayıda kişiyle o yoğunluğu atlatmaya çalışıyorduk”
Meral, deftere baktı.
İmza yerinde sadece eşinin adı vardı.
Dondu kaldı.
Kadına birkaç şey daha sormak için kafasını kaldırdı ama kadın yanından sessizce uzaklaşmıştı. Koridor bomboştu. Kuşkularıyla baş başa kalmıştı ayakta öylece.
Bir an gerçekten orada olup olmadığını bile bilemedi. Zaman durmuştu.
Kapıyı açtı kendini sokağa attı. Soğuğa aldırmadan dalgın dalgın yürüdü. Eve dönerken kar yeniden başlamıştı. Ama bu kez kar daha farklıydı; her tanesi sanki bir şey fısıldıyordu:
“Gerçek, gözünün önünde ama sen göremiyorsun.”
O gece Halil sofraya oturduğunda Meral sessizdi.
“Elif’in formalarını aldın mı?” dedi Halil.
Meral, cebinden kâğıdı çıkardı.
“Bu ne, Halil?”
Halil’in eli titredi.
Göz bebekleri küçüldü.
“Meral…”
“Anlat bekliyorum.”
Halil bir süre konuşamadı.
Sonunda fısıldadı:
“Oraya gittim. Çünkü…”
O an soba söndü.
Oda karardı.
Bir süre sadece dışarıdaki rüzgârın sesi duyuldu.
Meral, ayağa kalktı, pencere yürüdü. Camda kendi yansımasını gördü. Sakinliğini korumaya çalışıyordu. Sobadaki odun patlayıp ikiye ayrıldı.
Uzun bir sessizlikten sonra Halil başını eğdi ve konuşmaya başladı.
“Meral… Anlatacaktım.”
“Ne anlatacaktın?”
“Annemin ölümünden önce senden sakladığım bir şey var. Babamın evlilik dışı bir çocuğu var. Kız kardeşim… Üniversitede okuyor. O gece ona yardım ettim. Kalacak yeri yoktu.”
Meral’in dudakları aralandı ama kelime çıkmadı.
“Niye bana söylemedin?”
“Çünkü ailemde benden başka kimsenin haberi yok” dedi Halil. “Kardeşlerime anlatmadan sana anlatmak istemedim. Bazı sırlar yalnızca gizlediklerinde kolay taşınabiliyor.”
O gece konuşmadılar. Ama sabah olduğunda güneş, uzun zaman sonra ilk kez yüzünü gösterdi. Meral, pencereden dışarı baktı. Kar tamamen erimişti. Bahçedeki toprak yeniden nefes alıyordu. Ev aylar sonra sobasızdı; camlar açık, içeriye hafif bir bahar rüzgârı giriyordu. Ama Meral’in içi hâlâ kıştı.
Bir akşamüstü Halil kapıya yaklaştı.
“Elif’i okuldan ben alayım,” dedi.
“Olur,” dedi Meral. Sonra ekledi: “Halil… o kızı, kardeşini, bir gün tanımak isterim.”
Halil şaşırdı. “Emin misin?”
“Evet,” dedi Meral.
Ertesi gün kasabaya gittiler. Küçük bir kafede genç bir kız oturuyordu. İnce yüzlü, utangaç bakışlı.
“Bu mu?” diye kafasıyla işaret etti Meral.
“Evet,” dedi Halil. “Elvan.”
Kız ayağa kalktı, elini uzattı.
“Meral abla…” dedi kısık bir sesle. Meral elini uzattı. Dokunuşlarında bir sıcaklık vardı; tüm kuşkuların yok oluşunun sıcaklığıydı. Sevdiği adamın gözlerindeki gururu görmemek mümkün değildi.
Kafeden çıktıklarında güneş batmak üzereydi. Karların yerinde su yolları vardı.
Meral gökyüzüne baktı. “Bütün beyazlar sonunda suya dönüyor,” dedi.
Halil gülümsedi. “Ve su, toprağa hayat veriyor.”
O gece pencereden dışarıyı uzun uzun izledi. Yüreğindeki ağırlık toprağı örten kar gibi eriyip gitmişti. Ay ışığı ıslak toprağa vuruyordu. Bir zamanlar karın susturduğu o ev, şimdi yeniden nefes alıyordu. Huzurla gülümsedi.
Karın altındaki tohumlar, her zaman en güzel çiçekleri verir.