Metroya Hacı Osman durağından biniyorum. En azından iki saatimi yiyecek Maslak trafiğinden kurtulmak ve Kıbrıs’tan gelen arkadaşımla Taksim’de buluşup bir akşam yemeği yemek amacıyla düşüyorum yollara. İlk duraktan bindiğim için şanslıyım ve birbirimizi eze eze girdiğimiz vagonda kapının yanında kalan son koltuğa kendimi bırakıyorum.

Bir sonraki duraktan binenlerle artık sahanlıkta hiç boş yer kalmıyor. Sanayi durağını düşünemiyorum bile. İşten çıkanların karınca sürüsü gibi duraklara aktıkları saate kalırsan olacak olan bu! Sanırsın Çin’desin. Arkadan ittirenler olmasa kapılar kapanmayacak.  Normal zamanda olsa ne işim var metroda. Arabamla gitmeyi tercih ederim. Arkadaşımın oteli Taksim’de, yarın sabah ayrılacağı için yakınlardaki bir restoranda olmayı tercih etti. O yüzden mecburdum metroyla gitmeye. İş çıkış saatlerinde oturanların ayakları ve bacakları inen binenler yüzünden darbeler alıyor. Muhtemelen sabahları de aynı şeyler yaşanıyordur. Allahtan emekliyim de bu trafiğe mecbur kalmıyorum. Eve dönmek ya da işe gitmek bu kadar zor olmamalı diye düşünüyordum ki kapının yanındaki direkle bütünleşmiş birini görüyorum. Sanırsın direk dansı yapacak.  Basketçi mi ne? Yirmili yaşlarda bir delikanlı gördüğüm ama uzun boyunu daha da uzun gösteren kurdele yerine sicim sarılmış neredeyse tavana değecek şapkasından ziyade uzun boynu dikkatimi çekiyor. Gömlek yakası, bilekten hayli uzakta kalmış manşet gibi, çenesine fersah fersah uzakta. Sanki boynunu birisi çekiştirmiş gibi. Deve kuşu desem yeri diyorum içimden. Telefonumu karıştırırken, o uzun boynunu uzatıp telefonuma bakıyor sanıyorum bir an. İyi değilim galiba diye düşünüyorum. Kabanımın fermuarını açıyorum. Biraz ferahlar gibi olup yine telefonuma dönüyorum. İnmeme üç durak kala kafamı kaldırıp inmiştir belki diye yine o tarafa bakıyorum. Gözlerim fal taşı gibi açılıyor. İnanılır gibi değil, şimdi de şapkasında sicim değil de bir yılan var sanki. Hint fakirlerinin sepetteki yılanı gibi bu da şapkanın etrafında dans ediyor. Ağzım açık seyrediyorum. Ürküp insanlara bakıyorum; onlar da adama bakıyor çok normalmiş gibi. Zannedersin birazdan kafasından indireceği o şapkaya para atacak kadar mutlular. İnsanlar inip biniyor ama o sarıldığı direkten ayrılmıyor, ne zaman yanından biri geçse mırıldanıp onları kendisini iteklemekle suçluyor. Ağlamaklı bir ses tonu ama aslında saldırgan olmaya çalışıyor. Sanatını icra etmesine engel oldukları için onları yılanla tehdit ediyor ama kimse aldırmıyor. Daralıyorum olanlara, Osmanbey durağında diğer kapıdan kendimi dışarı atıyorum. Bir an önce temiz hava almalıyım, belki metrelerce yürüyeceğim ama yaşadığım kabustan kurtulduğum için mutluyum. Keşke yanımda biri olsaydı da bir türlü inanamadığım, gözlerimden şüpheye düştüğüm şu olanları konuşsaydım diye düşünüyorum. Biraz halsiz hissetsem de yüzüme vuran buz gibi hava iyi geliyor.

Yılbaşı için süslenmiş ışıl ışıl cepheli otelin önünde arkadaşım beni bekliyor. Saatime bakıyorum, buluşma saatimizden on dakika önce gelmişim. Geç kalmadım diye seviniyorum. Özlemle sarılıyoruz ve Pera’daki restoranın yolunu tutuyoruz. İstiklal caddesine giriyorken kalakalıyorum. Arkadaşımın koluna tutunuyorum düşmemek için. Deve kuşu ikiziyle Fransız konsolosluğunun önünde kuyrukta muhabbet ediyor. Anlaşılan bir gösteri var. Allahtan diğerinin şapka yerine beresi var. İkisinde de aynı boyun, aynı boy, aynı yüz. İkizi paltosunu çıkarmasına yardımcı olurken ‘’Paltona bir düğme daha diktirmelisin.’’ diyor ve nereye diktirmesi gerektiğini gösteriyor. Arkadaşımı kolundan çekiştirerek adeta karşı kaldırıma sürüklüyorum. Aynı günde ikinci kez yılan gösterisi izlemeyi kaldıramayacağım için inanmakta güçlük çektiğim o olayı arkadaşıma hiç anlatmaya yeltenmiyorum. Onun da bu yaşadıklarıma şüpheyle yaklaşacağından eminim. Neyse güzel bir gece bizi bekliyor. Arkamıza hiç bakmadan hızla restorana doğru yürüyoruz.