“erguvana şiir yazılmaz
kendisi şiirdir.
bak ve gör
bu kâfidir.”
Süheyl Ünver
“O öylesine bir ağaç değil” dedi bana. “Mazisi derindir.” Fotoğraf makinemi indirip erguvana aşkla bakan adama döndüm. Bembeyaz saçları, beyaz sakalı, başında şapkası, boynunda kırmızı fuları, gözleri ışıl ışıl bir adamdı yanımdaki. “Her mayıs gelirim yanına. Hoş beş ederiz, dinlerim onu.”
Başımı evet anlamında hızla aşağı yukarı salladım. Yaşlı bir adamın ipe sapa gelmez konuşmasını dinleyecek ne zamanım ne de enerjim vardı. Derginin istediği fotoğrafları çekip bir an önce eve dönmek istiyordum. İş çıkışı trafiğine yakalanmak, tıkış tıkış metroya sonra metrobüse binmek gözümde büyüyordu.
“Aceleniz var galiba; anlıyorum ama sizden bir ricam olacak. Bir gün yaşamın koşturması sizi boğduğunda, bir anlam aradığınızda, varlığınızın nedenini sorguladığınızda gelin buraya. Uzun süre hiçbir şey düşünmeden ona bakın. Onun pembe görünen içinde gizlice maviyi de saklayan rengine, baharın gelişini müjdeleyen birkaç hafta içinde dökeceği çiçeklerinin neşesine, canlılığına bakın. Sonra durun ve dinleyin. O zaman size de…”
Cümlesini tamamlamadan gözlerime baktı. Telaşlı gözlerimde aradığını bulamamış olacak ki “Neyse, bunu kendiniz öğrenirsiniz belki bir gün” dedi. Bir şey sormama fırsat bırakmadan yanımdan uzaklaştı. Ben birkaç fotoğraf daha kareleyip tekrar koşturmacanın içine daldım. O gün, o yıl, sonrasında yıllarca… Yaşlı adamın dediği vakte geldiğimde kendimi o ağacın, erguvanın dibinde buldum. Uzunca bir süre ağaca baktım. Benim için diğer ağaçlardan farkı yoktu önceleri. Sonra bir şey oldu. Ağacın dalları üzerime doğru eğildi, çiçekleri konuşmaya başladı. “Ben kurulan yeni devletleri de gördüm, ihanetleri de. İmparatorları da gördüm, sultanları da. Aşkı da nefreti de gördüm. Sevgi kadar öfkeyi de… Ben erguvanım, bu şehrin, Boğaz’ın simgesi, sessiz tarihçisi. Nice şairin, nice yazarın kaleminin ucunda can buldum, tekrar tekrar doğdum. Şimdi sana bir sır vereceğim, aslında bunlar değil beni farklı kılan. Ben aslında bin yıllardır bu topraklarda hikâye saklayıcısıyım kabuklarımın arasında, köklerimin uçlarında. Dinlersen ne hikâyelerim var sana seni anlatan. Hepsinde ayrı bir duygu, sezgi, bakış, hayata dokunuş…”
Sakın, sakın bir ağaç konuşur mu, bırak konuşmayı öykücü olur mu demeyin; dinlemeyi hiç denediniz mi? Haydi o zaman, bırakın yaşamın koşturmasını, çıkın dışarı, gidin bir erguvan yanına. Oturun karşısına ya da altına, anlatsın hikâyelerini. Ya da kaçırdıysanız yine onun çiçeklerini, çevirin bu sayfaları, erguvanla dolu öyküleri okuyun. Sonra, sonra, gelecek yıl bu kez zamanında çıkın dışarı, orada sizi bekleyecektir.