Ah Aytül ah! Nasıl unuttum ya ben şarj bankımı? Refik bey yüzünden! Durdu durdu,akşam tam çıkacakken, “Aytül bana sabahki toplantı notlarını print et öyle çık.” Kapatmışım bilgisayarı, toplamışım masamı, ıvırımı zıvırımı… Haydi bilgisayarı aç, açılmaz o da seksen saat, kaç kere aradım servisten gelmediler, dosyayı bul, yazıcıyı çalıştır. Kafa mı kaldı, unutmuşum işte. Şarjın da biteceği tuttu, yüzde on beş dolu görünüyordu, bir anda boşaldı mı bu! Tüh kahretsin!
Saatine baktı, “Üff kırk dakika kaldı.” Bir sonraki metrobüsü bekleyecek sabrı yoktu. Kaybedecek saniyem yok diye tıslayarak birbirine geçmiş insan kalabalığının arasına gözünü karartıp daldı. Ortalara doğru sürüklendi. İşe gidiş ve dönüş saatlerinde genelde böyle olurdu.Yolcular gözleri dönmüşçesine aracın içine hücum eder, bilinçdışı hareketlerle kolları bir tarafta gövdeleri başka tarafta, varsa çantaları bambaşka taraflara savrularak binerlerdi. Meydan savaşını andıran bu itiş kakış şoku atlatıldıktan sonra toparlanırlardı. Hatta gençlerin bir kısmı kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye, bir kısmı da bilgisayar oyunları oynamaya başlardı. Herkesin farklı dertleri olsa da ortak mabetleri aynıydı: Cep telefonu. Yola revan olur olmaz, herkes kendi sanal âleminde soluğu alırdı bu devasa kentin canavar trafiğinde.
Acaba yolcularda var mıdır? Birkaç dakika şarj etsem içim rahatlayacak. Eve yaklaşınca açarım, varana dek idare eder sonrası kolay.
Ah benim dangalak kafam! Bir ay boyunca bugünü bekle, al işte sana! Refik bey yüzünden! Zaten ne zaman acil işim olsa, tam çıkacakken Aytül şunu da yap da öyle çık, sabah yapılsa patlar mısın be adam! Bütün gün onu bağla, bunu ara, kafa bin beş yüz, çık çıkçık…
Tedirginliğin kıstığı sesiyle “Acaba yanında şarj bankı olan var mı?” sorusu, zahmetli yolcuğun verdiği mırıltılar dırıltılar arasında dağıldı gitti. En dibindekiler tuhafça baktılar yüzüne. Bedenler bu kadar samimiyken, herkes birbirinin içine girmişken, basit bir soruya karşı bu yabancı bakışlar ne garipti… Öyle ya, olsa bile niye versinler, ilk durakta atlayıp gitmeyeceğinin garantisi var mıydı? Kaçın kurasıydı bu çileli millet! Birbirlerini kazıklaya kazıklaya, güven duygularını yok etmişlerdi.
Yirmi beş dakikam ve iki durağım kaldı, üç dakika içinde inerim. Dolmuşta kuyruk vardır şimdi, taksi bulursam atlarım ama bu saatte bulunmaz ki, Allah kahretsin ya… Tam bir ay bekledim bu akşamı… Mutlaka yetişeceğim! Refik bey iyi adam, hoş adam, bu devirde böyle patron bulunmaz ama odasında saatlerce oturur oturur, iyi akşamlar diyecekken, ya Aytül, falancanın dosyası neredeydi, onu masama bırak da öyle çık, sağ ol iyi akşamlar der.
İner inmez 200 metre ötedeki minibüs duraklarına adeta ışınlandı. Allahtan kuyruk bu akşam çok uzun değildi. İkinciye binerdi ama bekleyemezdi; bir ay sabırsızlıkla beklemiş, gün saymış, şimdi beş dakika fazla bekleyemezdi.
-Af edersiniz, yetişmem gereken bir hastam var, taksi de bulamıyorum, üçüncü durakta ineceğim, acaba öne geçebilir miyim?
-Tabii buyurun.
-Çok teşekkür ederim.
Aytül bindikten sonra minnetini göstermek için ayakta dikilip koltukları diğer yolculara bıraktı.
Metrobüs yolcularına sorduğu sonu hüsranla biten sorusunu, minibüs yolcularına sormaya cesaret edemedi. Biri biniyor biri iniyor, arkadan ücretler uzatılıyordu. Saatine baktı, telaşı ve heyecanı daha da arttı. Birkaç saat geç kalsa bu kadar takmayacaktı belki de kafasına. Böyle ucu ucuna kaçırma olasılığı elini ayağına dolandırıyordu. On beş dakika ne çabuk geçmişti. Oysa ona en fazla on dakika geçmiş gibi gelmişti. Saate baktıkça kalbi sıkışıyordu. Şuracıkta kalpten gitse, sebebine kimsecikler inanmazdı. Trafik ışıklarına bakıyor, kırmızı sarıya dönmek üzereyken geçmeyi kâr sayıyordu. Saate bakmaya korktuğu son dakikalara girmişti.
Bu şoför de ne centilmen çıktı ya, bassana gaza, her zaman yayaların üstünden geçerler, bugün limuzin kullanıyor sanki herif. Bir durak kaldı, yaklaşık altı dakikam var. Gerisi artık benim koşmama bağlı.
Zarif topuklu Chanel tipi ayakkabılarının sağa sola yamulmasına aldırmadan koşuyordu.
Oturduğu binayla arasında 50 metre kalmıştı. Var gücüyle koşarken, telefonunu çantasından çıkardı. Asansöre kendini attığında telefonu tekrar açtı belki bir dakikalığına da olsa çalışırdı, kapanmadan şarja yetişirdi. Ahhh… Ah… Bir dakika! Olamaz! Süre dolmuştu, ama anahtarı da kilide sokmuştu. Açılmamıştı ki lanet olasıca telefon. Önce şarj bankını aradı, sonra salak dedi kendi kendine, onu işyerinde unuttun ya.
Sağa sola bakıp kablonun nerede olabileceğini düşündü. Gördüğü anda üzerine atlayıp prize soktu. Bilgisayarını çalıştırdı. Hangisi hızlı açılırsa şansını ondan deneyecekti. İkinci dakikaya girdik Allah’ım, inşallah duruyordur, ne olursun güzel Allah’ım dursun ne olursun, bir aydır bekliyorum Allah’ım ne olur! Açılsana be açıl açıl!
Bilgisayarı daha hızlı açılmıştı. Aradığı site en çok kullanılanlar listesindeydi hemen girdi. Rengârenk nesneler akmaya başladı. Soluğunu tuttu. İnanmıyorum ya inanmıyorum ya… İki dakikada gitti canım elbise, of ya, bir ay bekledim 800, liradan 99.99’a inmişti. Nasıl olur ya, nasıl yaparım ben bu aptallığı, iki dakikada elimden kaçırdım. İki dakikada stok bitmiş inanmıyorum ya! Sigara paketine uzanırken ağlayacak gibiydi. Son altı ay içinde böyle bir hayal kırıklığı yaşamamıştı.
Bilgisayarı bırakıp taşıması kolay diye cep telefonuyla önce banyoya, ardından mutfağa gitti. Sinirli sesi salonu inletiyordu.
“Niloş, var ya ben bir ay bekledim bugünü. Kısmet değilmiş tamam da, ne güzel kombin yapacaktım pudra rengi ayakkabılarımla, hep Refik bey yüzünden.”
Buzdolabından bir kola kutusu aldı. Dolaptaki dünden kalmış bir iki parça yemeği aynı tabakta yan yana koyup bilgisayarın başına geçerken ayakkabılarının hâlâ ayağında olduğunu sızlayan topuklarından anlayabildi. Koşarken topuk bantlarının sıyırdığı yerler yanıyordu. Duş alırken ayaklarını bir süre soğuk suya tuttu. Başka bir internet indirim kapışmasında çok ucuza düşürdüğü pembiş pijamasını giydi. Bağdaş kurup bilgisayarının başına oturdu, tabağını yanına çekti. Her akşamki ayin her zamanki huşu içinde başlıyordu.
Alışveriş sitelerini dolaşmaya başladı. Yeni modeller çıkmıştı. Sezon sonu indirimler de oldukça avantajlıydı. Örgü çantası vardı ama bu sönmüş lacivert renklisi, kum renkli babetleriyle çok iyi olacaktı. Alsa mıydı? Alırdı almasına da, bakalım gelecek sezon hasır çanta kullanan kalır mıydı onun çevresinde. Kullanmayacaksa şimdiden ona para yatırmanın âlemi yoktu.
En gözde markaların bulunduğu alışveriş sitesine girdi. Avını izleyen avcı gibiydi gözleri. Yeni koleksiyon bölümünde gözüne kestirdiklerini, üzerinde hayal ediyordu.
Bu akşamki yenilginin acısını Refik beyden çıkaramayacağına göre yeni giysiler, takılar, ayakkabılar sipariş ederek çıkaracaktı. Çivi çiviyi sökerdi. Yeni modelleri inceledikçe zihni daha da gevşiyordu. Rahatlamanın yolu, alışkanlığına teslim olmasından geçiyordu. Dolaptan bir kola daha ve epeyce atıştırmalık alarak yiyecek takviyesi yaptı; gece uzun geçecekti.
Dayanamadı, kaçırdığı elbisenin görselini tekrar büyüttü. İçi yanarak baktı çaresizce. Refik beye öyle bir sövdü ki, yüzde 90 pamuklu, yüzde on jersey kumaştan üretilmiş pembiş pijaması, kıpkırmızı kesildi.