Öznur Babur
Birbirine denk düşen kaygılar içinde dünyayı adımlamış kendine yakın bir ruhu diri tutma adınaydı hepsi. Ben büyük ölçüde Tetsuya, o yarı zamanlı yaralı Gevher. Böyle bir ilişkinin bitme ihtimali yoktu ve bu bana muazzam bir güç veriyordu, hâlâ veriyor.
Venedik Bianeli Uluslararası Sanat Sergisi’nde tanıdım onu. O zamanlar çalıştığım mevsimlik sanat dergisi için sergi hakkında bir haber hazırlayacaktım, analogdan dijitale adım attığım yeni fotoğraf makinemle de birkaç fotoğraf çekecektim. Uçak yolculuğu güzel geçmişti tüm uçuş korkuma rağmen. İki saat, kulaklığımda bambu flütlü Japon ezgileri dinleyerek su gibi akıp geçmişti. İndiğimde Venedik’in o göz alıcı güzelliğini fotoğraflayarak makinemi de test etmiştim. İyi iş çıkarmıştı.
İtalyan Lisesi’nde okurken dilimiz gelişsin diye İtalyan mektup arkadaşları edinmiştik her birimiz hocalarımızın yardımıyla. Benim mektup arkadaşım da Rita’ydı. O gün bianelin girişinde buluşacak, sergiyi birlikte gezecektik. Gittiğimde beni bekliyordu. O ana kadar her şey sorunsuzdu. Selamlaşıp sarıldıktan ve bir-iki konuştuktan sonra telefonu çaldı. Kısa konuştu. Telefonu kapattıktan sonra üzgün olduğunu ama bunu telafi edeceğini, gitmesi gerektiğini, akşam yemeğine ikimiz için yer ayırttığını, kesinlikle otelde kalmayacağımı, ev arkadaşının şehir dışında olduğunu söyledi ve ekledi “Bende kalıyorsun.” Yemekte görüşmek üzere ayrıldık. İçeri girdim. Girişte büyükçe kalın demir zincirlerle tavandan sarkıtılmış panonun üzerinde, ressamın fotoğrafı, biyografisi ve çalışmalarıyla ilgili akademik bir dille yazılmış uzunca bir yazılı metin vardı. Bir an önce tabloları görmek istediğimden pano önünde vakit kaybetmeden doğruca tabloların sıra sıra dizildiği, loş ışıkla aydınlatılmış duvarlara doğru yöneldim. Soldan başlamıştım. İlk sırada tuhaf bir tablo vardı. İmge olarak ters dönmüş bir böcek kullanılmıştı ve böcek koltuk vazifesi görüyordu. Altında iç çamaşırı, üst bedeni çıplak halde elinde bira şişesiyle Tetsuya oturuyordu koltukta. Sürrealizmden ziyade absürdizm tadı almıştım, ilk başta. İkinci tabloya geçtiğimde bu kez bir lavabo gibi resmetmişti kendini. Eserlerinde kendisi olmadığını iddia etse de bariz bir şekilde bütün yüzler kendisiydi; ben de çoğunlukla hemfikirdim. Sonraki tabloda duvar raflarını monte etmeye yarayan ayaklar gibi resmetmişti yine kendisini. Nedendir bilmem, o tabloyu karşımda aramızda birkaç adım mesafede görünce, bir sıkıntı bastı içimi. Yemeği fazla kaçırmışım da hazımsızlık çekiyormuşum gibi, sanki maraton koşmuşum ve soluklanmak için durmuşum gibi, nasıl demeli şehre giden son vapuru da kaçırmışım gibi. O resim önünde kaldım bir müddet. Bir insanın bunu resmedebilmesi için neler yaşamış olabileceğini düşündüm biraz. Hayat hikâyesini biliyordum. Ailesi üniversitede kendi istedikleri bölümü seçmedi diye eğitim masraflarına hiç yardımcı olmamıştı. Ama o kararlılıkla yolunu seçmiş ve o yolda ilerlemişti. Japonya’nın o katı kuralcılığını, işi her şeyin üstünde tutuşlarını, insanı adeta dakik bir robota eviren o düzeni, toplumsal beklentileri ve bunların gençler üzerindeki baskısını, melankoli bayrağı altında sürrealizm ve hiciv soslarıyla ustaca resmetmişti. Ama bir duvar rafına ayak olmak, işte bu küçültücü bir şeydi. İnsanı un ufak eden… Yüz yıllık bir şarabı yudumlar gibi, kesif bir acı oturdu boğazıma. Yutakla gırtlak arası. Yirmi üç ve yirmi beş yaş arası. Ağlama krizlerimi, sinir ataklarımı, günlerce süren açlığımı… Antidepresanları… Varla yok arası. Hem yaşar hem yaşamaz iken… Ben de bir duvar rafına ayak olmuştum, aynı duvarda tam iki yıl; onun gibi, Tetsuya Ishida gibi. Sonra ayrıldım duvardan. Belki ilaçlar, belki yakınlarım vidaları gevşettiler, çıkardılar ve söktüler beni o duvardan. Duvarımda izleri silinip gitti sanırken, Tetsuya’nın yaptığı da iş miydi şimdi? Ayrı denizlerde boğulduk, ayrı yükseklikte binalardan yere çakıldık ve ayrı tren rayları üzerine serdik bedenimizi. Ben ağır hasarlı kurtulmuştum oysa o henüz otuz iki yaşında, boyundan büyük eserler bırakıp ardında, ölüme yürümüştü. Sırrını hiç söylemediği tablolarında yinelenen o çöp torbaları motifi, ördüğü kozalar, şekline büründüğü makine aksamları… Kendine tanıdık, dünyaya yabancıydı. Bir salon adamı, bir asilzade yahut bir kahraman değildi resmettiği kendi; kendine tıkalı bir lavabo, kendini sarıp sarmalayan ellerin sahibi, denizanasının karnında rüyaya dalmış biriydi.
Jellyfish Dream. Karşısında durup bakarken, zamanın akmadığı tablo. Sergiyi gezen herkes siluete dönüverdi, üzerime siyaha çalan mavi boyalar aktı gök -tavandan. Sanki içinde uyuduğu denizanasından bir anlığına açtı gözlerini, bana baktı. Gözlerinde bir çocuk, yerli sevinçler yersiz korkular içinde. Gözleri, hep resmettiği gibi mavi irisiyle, kara gözbebeğiyle, cam bilye gibi yuvarlandı ayakucuma. İçim acıdı, tüm kaslarım gevşedi oracıkta. Tutunacak bir dal aradım. Yoktu. Onun gibi ben de kendime sarıldım. “Ah” dedim “Ben bu yalnızlığı ne de yakından tanıyorum.”
“İyi misiniz?” sorusu geldi kulaklarıma; yanıt alamayınca yinelendi soru. Güçlükle çevirdim başımı. Sergi görevlisi kadındı soruyu soran. İyi olduğumu söyledim, teşekkür ilavesiyle. Kadın tebessüm ederek yanımdan ayrılınca, ayakucuma baktım hemen. Tetsuya’nın gözleri oradaydı işte, tablodan yuvarlanıp önüme düşmüştü, üzerine göğün aksi düşmüş mavi gözler. Eğilip yerden alsam, cebime atsam ve çıkıp gitsem dedim; yoksa tüm diferansiyel ayarlarım bozulup gidecekti misafiri olduğum şu ülkede. Yine dış dünyaya ait bir ses, çekip aldı beni katı gerçekliğe. Biri Alman aksanlı İngilizceyle konuşan diğerinin Hintli olduğunu tahmin ettiğim iki adam, hararetli bir yorum alışverişine girdiler. Önce birkaç adım gerilerinden, rahatsızlık vermeden izledim onları. Üzerine konuştukları tablo Tetsuya’nın matruşka misali kendi içinden başka Tetsuyalar çıkan tablosuydu. Akabinde yanlarına gidip müsaade ederlerse tablonun önünde, yüzleri tabloya dönük fotoğraflarını çekmek istediğimi söyledim, çalıştığım dergiden de kısaca söz ederek. İlgiyle karşıladılar ve kabul ettiler. Birkaç fotoğraf çektim; ışık tam istediğim gibiydi, kompozisyon kurgusuz doğal bir sahneydi. Teşekkür ederek diğer tablolara geçtim. Her birinin bol bol fotoğrafını çektim. Sergiyi gezen insanları izledim. Sanatın insanı bütünleyen, boşluklarını dolduran, ten altı dehlizlerini kazan kollarıyla kucaklanmıştık adeta. Hepimizde bir sanat zehirlenmesi. Tetsuya bir yağmur bulutu olacaktı da birazdan oluk oluk üzerimize yağacak gibiydi. Tetsuya işinin ustasıydı, ehildi, bilinçaltımızı volkanik patlamalarla yeryüzüne çıkarıyordu. Yitmiş anlamı, değersizlik hissini, özden koparak kurmalı saat gibi makineleşmeyi, hiç bitmeyen beklentileri ve kendi gerçeğini, gerçeklerimizi lav gibi kusuyordu üstümüze. Orada sergiyi gezen dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş nice insan, beyinlerinde bir oda açtılar ona o gün; ben ise kalbimde.
Gün akşama varırken buluştuk Rita’yla. Ben bolonez soslu makarna yedim, o alfredo soslu. Yemek esnasında o kadar sessizdim ki Rita bunu yorgunluğuma verdi. Eve geçtiğimizde çantamdan eksik etmediğim poşet yasemin çayımdan içtik beraber. Garou’nun aslan kükremesini andıran dünya dışı sesinden şarkılarla ve biraz da beyaz şarabın etkisiyle tatlı bir sarhoşluğa düştük sonra. “Bir sevgilim var” dedim ona. “Bugün tanıştık, sergide.” Şaşırdı haliyle. Tanışmak istedi kendisiyle. Gözlerim istemsizce masanın üzerinde duran el çantama gitti. Güldüm. “Belki bir gün…” diyebildim sadece. Ama o gün gelmedi, Rita onu hiç görmedi.
Bir ölüyü sevmenin yanlış bir tarafı yoktu ya. Beklenti yoktu nihayetinde; Tetsuya’nın en korktuğu. Onu pamuklara sarıp sarmalamak, “Hepsi geçecek” demek isterdim, rayları seçmeseydi. “Vaktin varsa şurada bir şeyler içer, konuşuruz.” diyebilmeyi de. Onun yerine Jellyfish Dream’in kopyasıyla boylu boyunca odamın duvarını kapladım, İstanbul’a dönünce. Japon klasik müzikleriyle uyandım her yeni güne. Japon mutfağına merak saldım, damak tadıma pek hitap etmese de.
Kiraz çiçeklerinin diyarından dün bir posta düştü elektronik posta kutuma. Sosyal medyanın gücü işte. Paylaşımlarımdan – ki çoğu Tetsuya etiketliydi- etkilendiğini, Tetsuya Ishida hakkında geniş kapsamlı bir araştırma yaptığını… Aslında çevirisiyle tam da şöyleydi:
“Gevher’e,
İlk olarak kendimi tanıtayım. Ben Mirai Kusama. Tokyo Sanat Üniversitesi’nde akademisyenim. 2005 yılında kaybettiğimiz ressam Tetsuya Ishida anısına, baş koordinatör olarak ekibimle birlikte geniş kapsamlı bir katalog hazırlamaktayız.
Paylaşımınızda dediğiniz şey, Tetsuya’nın gözlerini gördüğünüz doğru mu? Son iki yılda sizinle birlikte dünyanın farklı coğrafyalarından on üç kişi Tetsuya’nın gözlerini diri olarak gördükleri hakkında paylaşım yapmış. Özür dilerim bunu yazdığım için ama sormak zorundayım. Stendhal sendromu yaşamış olabilir misiniz? Cevabınız benim için çok önemli. Tetsuya ve ben, çok yakındık çünkü. O korkunç gün, ölmeseydi eğer… Lütfen benimle iletişime geçin.”
Şimdi ekranda sualtı belgeseli. Devasa denizanaları, kalbi ve beyni olmayan. Tetsuya kim bilir hangisinin içinde uykuya yatmış. Dingin ve korunaklı yeni dünyasında. Ona ne kadarını söylemeliyim bilmiyorum. Aralarında ne tür bir yakınlık olduğunu da. Ama artık bunların hiçbiri mühim değil. Tetsuya benimle; ben onun dingin limanı, o benim zaafım.
Tetsuya, o gün sergide ayakucuma düşen gözleriyle bana bakıyor. Duvarımdaki Jellyfish Dream’in içinde. Ama artık uyanık. Duvarda açtığım iki göz çukuruna yerleştirdiğim gözleri sadece beni görüyor. Ortada bir sendrom olduğu doğru bir bakıma ama küçük bir farkla. Sendroma tutulan ben değilim, Tetsuya. Ben Tetsuya’nın hayranlıkla baktığı, onu zehirleyen bir tabloyum ve bu bana muazzam bir güç veriyor; söylemiş miydim?