Sabah yürüyüşü taş fırın önündeki kuyrukta sonlandırdım. Kahvaltı için nar gibi kızarmış şahane pideden, oğlumun nesini sevdiğini anlayamadığım, tatsız tuzsuz susam yığını gevrekten alacağım. Yaz sezonu önündeki kuyruk hiç bitmeyen fırının önünde ilerlerken ayağımda bir hafiflik hissettim. Eğilip bakınca ayakkabımın sayasıyla yan kısımlarını tutan süslü dikişinin attığını, sadece birkaç ilmeğin ayakkabıyı dağılmaktan koruduğunu fark ettim.
Eşime sorarsanız emekli olma zamanı gelmiş ayakkabımın bir gün bunu yapacağı belliydi. At gitsin şunları, deyip duruyordu ama mümkün değil, atamam. Onlarla oluşan gönül bağım engeller. İyi niyetime karşılık, onun böyle hayırsızlık yapıp beni yol ortasında bırakmasının şaşkınlığında, açıkta kalan parmaklarıma baktım. Yapacak bir şey yok, der gibiydiler. Fırında işimi bitirip ha koptu ha kopacak birkaç ilmeği ürkütmemek için ayağımı sürükleyerek Tıkı Enver’in yolunu tuttum.
Tıkı Foça’nın tek ayakkabı tamircisi. Kredi kartlarıyla, zengin çocukları gibi müsrifçe harcadığımız dönemlerde, daha eskimeden yenisini aldığımız için kimsenin aklına gelmeyen Tıkı Enver, o zamanlar ayakta kalmak için pazarda soğan, patates satmıştı. Şimdiyse hepimiz müflis tüccarlar gibiyiz. Kredi kartları hem cebimizi, hem saygınlığımızı kavurdu geçti. Önceden harcadığımız paralar borç olup boğazımıza abandı. Kimimiz hacizli, kimimiz sabıkalıyız onun yüzünden. Artık bir köşeye attıklarımızı tamir edip kullanmaya başladık. Tıkı Enver vazgeçilmezimiz yine.
Zamanında buraların en yakışıklısı, yaman delikanlısıymış. Tek kusuru tıkılığıymış ama ne gam, uzun boylusundan kısasına, genç kızların hayallerini süslermiş. Şimdi gürlüğünden bir şey kaybetmeyen saçı, sakalı ağarmış. Mavi gözleri yanık tenine olgunluğun ışıltısını yıldızlamış. Favorileri traşlı yanağının ortasına kadar iniyor, gür bıyıkları hâlâ dudaklarını kapatıyor. Saçlarıysa omuzlarına dökülüyor. Tezgâhının başında sanatkâr yaratıcılığında çalışıyor. Tıkı Enver, yıllandıkça değeri artan antika eser gibi.
Yengeç adımlarıyla dükkânına vardığımda doğan güneşin bütün haşmetiyle kapısından içeri girdiği, sağdan sola, önden arkaya hepi topu üç adımlık dükkânda, duvara tutturduğu raflarda tamir edilmiş ayakkabıların yanında duran küçük transistörlü radyosunda Selda Bağcan, Adaletin Bu Mu Dünya, diye hesap soruyordu. Tıkı’ysa tezgâhının başında sessiz işine dalmıştı. Tam önüne yerleştirdiği ayaklı vantilatör girişi daraltmıştı, ben de girince kıpırdayacak yer kalmadı.
“Günaydın usta, hayırlı işler.”
Hiç oralı olmadı. Eğilip ayakkabımı aldım, göreceği şekilde tuttum.
“Ustam, bir baksan acaba bunun oluru var mı?”
Selda’ya eşlik ediyor besbelli, dudakları kıpır kıpır. Dış dünyadan azade işine odaklanmış, oralı değil. Beni algılamıyor bile. Çaresiz etrafı inceliyorum.
Bir duvarı boydan boya cam, bir duvarı kapıdan ibaret dükkânın iki duvarı Yılmaz Güney fotoğraflarıyla süslü. Şalvarlı, kravatlı, puşili boy boy Yılmaz Güney. Siyah Beyaz fotoğrafın birinde Tıkı Enver’le birlikte. Tıkı’nın saçları simsiyah, dudaklarını örten gür bıyıklarıyla favorileri de. Bakışları kendinden emin, boy farkına rağmen Yılmaz’dan daha heybetli, dimdik bakıyor Enver.
Bakışlarımı tezgâhında işleyen adama çeviriyorum, aynı kendinden eminlik, aynı ürküten heybet. Yokmuşum gibi, o işine devam ediyor, ben de incelememe. Avuç içi kadar dükkânın duvarlarında Yılmaz Güney’in bittiği yerde, tavana doğru Atatürk’ün fotoğrafları başlıyor. Kalpaklı, beyaz keten takımıyla traktörde, siyah önlüklü öğrencilerin arasında, mecliste kürsüde. İki kişinin zor sığdığı dükkânının duvarlarına iki dünyayı, iki devi sığdırmış Tıkı Enver. Camlı duvara da iki saksı koymuş. Birinde ateş kırmızısı sardunya, diğerinde mor çiçekler açmış, Afrika menekşesi. Öyle dalmışım ki onun, “Ver bakalım,” komutuyla sıçrıyorum.
“İnşallah oluru vardır,” diyorum uzatırken. Önündeki tabureyi işaret edip
“Otur!” diyor.
Başını kaldırınca, işini yaparken araya sıkışmış, gözleriyle aynı renkte, boncuk kolyesi ortaya çıkıyor. Kısa kollu kareli gömleğinin önünde rengi kaçmış önlüğü, elleri, tırnakları yaptığı işin nişanlarıyla bezeli. Oturuyorum. Ayakkabımı inceliyor.
“Ver bakalım ötekini de.”
Uzatırken sağ kolundaki saati dikkatimi çekiyor. Metal, akordeon kordonlu, çok eski model. Elle kurulanlardan. Kaldı mı bunlardan? Acaba çalışıyor mu? Göremiyorum akreple yelkovanı.
“Hallederim.”
Kendine özgü tınısı olan bir sesi beklemediğim anda geldi yine.
“Ama biraz sürer.” Saatine bakıyor, “Şimdi on bire iki var, buçukta gel al.”
“Çok sağ ol usta,” diyorum sevinçle. Gitmek için kalkıyorum, yalın ayağım.
“Acaba…” demeye kalmadan tezgâhın yanından, kocaman cırtlak mavi bir çift plastik erkek terliği çıkarıp uzatıyor. Çarnaçar geçiriyorum ayağıma, ayrılıyorum Tıkı’dan, sahilde Köksal’ın yerine yollanıyorum. Sabah serinliğinde kıyı bomboş. Deniz çarşaf gibi, gökyüzüyle yarışırcasına masmavi.
“Günaydın, hayırdır sabah sabah?” diyor Köksal.
“Ayakkabılarım kendini dağıttı, Tıkı’ya uğramak zorunda kaldım, buçukta verecek, sende bekleyeyim dedim. Kahveni içerim artık.”
Ayağıma bakıp gülüyor, “Yakışmış, iki gün üst üste giysen moda olur,” diyor. Bir süre sonra kahveleri getirip, karşıma oturuyor. Sigara paketinden sigarasını alırken bana da uzatıyor. Uzanıp alıyorum bir tane.
“Nerede bizim o eski yerli sigaralar, tütünü mis gibi kokardı,” diyorum, dumanı içime çekerken.
“Haklısın, yerli tütün başkaydı. Senin Tıkı yerli sigaralar için az mücadele etmedi,” diyor.
“Nasıl?” diyorum şaşkınlıkla.
“Hadi canım, bilmiyorum deme! 80 sonrası büyük tütün eyleminin önderlerindendi. Tekel’in özelleştirmelerine karşıydı, eylemlerde ön sıralarda yer aldı. Gaz, cop yedi, hastanelik oldu, tutuklanıp işkence gördü. Uluslararası işçi dayanışması ve desteği olmasa Tıkı Enver bugün hayatta olmazdı. Dünyanın gözü üstümüzdeydi, öldürmelere cesaret edemediler.”
“Hiç bilmiyordum.”
“Bilemezsin elbette. Her şey duman altı, sümen altı. Hafızamızı kaybettik. Geçmişi hatırlamıyoruz.”
“Neden bu dünyadan değilmiş gibi durduğu, dükkânındaki zamanı geçmiş fotoğraflar şimdi anlam buldu,” diyorum.

Saat tam on bir buçukta Tıkı Enver’deyim. Ayakkabılarım yan yana tezgâhın üzerinde. Eskisinden daha yeni, pırıl pırıllar.
“Eline sağlık usta,” diyorum minnetle, “Borcum?”
“Otuz yeter.”
“Ellerin dert görmesin, yepyeni oldu. Tekrar teşekkürler.”
Ayağıma geçirip terlikleri tezgâhın yanına bırakıyorum. Tam çıkacakken fotoğraflara bir daha bakıyorum. Yılmaz Güney’in sert bakışları, Atatürk’ün kararlı duruşu ve onların yanı başında asılı duran eski bir gazete kupürü, “Tütün Yürüyüşü” Daha önce nasıl fark etmemişim. Tıkı kalabalığın önünde, sol yumruğu havada. Gözleri kararlılıkla bakıyor. O yılların yaman eylemcisi bugün mahallede sessizce ayakkabı tamir ediyor.
Anlıyorum ki küçük dükkânın insanı kavrayan tuhaflığının kaynağı, onun hâlâ yaşayan devrimci ruhuydu. Yılmaz Güney’e duyduğu saygı, Atatürk’e olan bağlılığı ve tütün yürüyüşündeki direnişi Tıkı Enver’i dev Enver yapmıştı. Bir süre sonra toplumdaki hafıza kaybı onu dış dünyaya kapatmış, evrende yapayalnız bırakmıştı. Sessizliği, duyarsızmış gibi görünmesi, kimseyi umursamayan havası, insanlığın kaybolan hasletlerindendi.
Fotoğraflara baktığımı görünce ayağa kalktı. Derin bir nefes aldı. Yılmaz Güney ve Atatürk fotoğraflarının arasında bulunan o eski gazete kupürünün çerçevesine elini koydu, direnişle vedalaşır gibiydi.
“O günleri hatırlayan kalmadı,” dedi, esefle.
“Bugün Köksal Abiyle konuştuk,” dedim. İnanmaz gibi baktı. “Ne güzel, hatırlayan birilerinin kalması,” dedi. Oturup işine döndü yeniden.
Bir hafta sonra denizdeyken salasını duydum. Dükkânı bir daha açılmadı, kepenkleri kapalı kaldı. Ama o gazete kupüründe, tütün işçilerinin arasında yürüyen mavi gözlü küçücük dev yaşama veda ederken bir çağı da birlikte götürüyordu.