Sadece içinden, ama sadece içinden “aşkım venüs” dediği Verda’nın ıtırlı nefesini ensesinde duyduğunu sandı Seyfi. Yaz akşamında uçucu bir serinlik… Parfüm kokusu gibi yaladı tenini. Birkaç saniye de olsa hiç kıpırdamadı Hayri’nin “sıçtığımın dünyasına” diye uzattığı bardağa boş boş bakarken. Gayrı ihtiyari arkasına döndü. Kimse yoktu elbette.
“E-eeeeee hadi be birader” dedi Hayri.
Doğru ya… hadi’ydi. Rakıyı fondip yaptı, Hayri’nin bardağına tıkladıktan sonra.
“Yok kardeşim” dedi “ben hiçbir anlam veremiyorum bu olanlara.”
Buza yatırılmış karafakiye uzandı Hayri, Seyfi’nin boşalan bardağını doldurdu. Belki de arkadaşının kasvetine ortak olmak için
“Hangimiz verebiliyoruz ki” dedi.
Doğru diye mırıldandı Seyfi. Omuzları düştü… Ne boktan bir akşamdı. Teras, birazdan dolar, masalardaki sesleri bastırmak için müziğin sesini iyice açarlardı. Keşke evde çekselerdi kafaları. Ama ikisinin de masa kuracak, servis yapacak gıdım istek yoktu içinde.

“Sen onu bunu bırak da… Hiç aklım almıyor… Akşam akşam insan niye ofisin kapısını kilitler, üstüne üstlük bir da kalp krizi geçirip ölür!”
Başını iki yana salladı Seyfi. Yüzü beyaza kesti bir an. Yutkunup topladı kendini.
“Daha önce kalbinden bir şikâyeti var mıydı Edip’in?” diye sordu Hayri.
“Sanmam… Daha yeni çekap yaptırmıştı. Bir şey olsa o zaman çıkardı. Yine de bizim doktora bir soralım.”
“Şimdi mi arıyorsun?”
“Tabii… Ne zaman arayayım!”
Hayri, börülce aldı tabağına… Favaya uzandıysa da vazgeçti. Bardağını arkadaşının kadehine tıklatıp kocaman bir yudum aldı rakıdan.
“Açmıyor” dedi Seyfi.
“Nöbette olabilir. Hele acildeyse sabaha kadar görmez arayanları.”

Garson ara sıcakları getirdi. Seyfi istemem dercesine eliyle engel olmak istedi.
“Bırak kardeşim, bırak… O yemezse ben gömerim paçangaları. Ama sen bize bir kova buz getir. Hemen ısınıyor bu aslan sütü.”
Garson da, Seyfi de gülümsedi bir deri – bir kemik Hayri’nin duruma el koymasına.
“Jülide’yle konuştun mu hiç?
“Kadının hâlini görmedin mi! Perperişan. Necmiler dün akşam geç saatlere kadar oturmuşlar yanında. Sonra Sevim bir sakinleştirici yapmış, kanepeye uzatıp. Kendi yatağında yatmak istememiş kadın.”
“Hâle bak… İki günde nasıl da savrulduk!”
“Büyük patron da yarın sabah dönecekmiş Hong Kong’dan.”
“İş yatacak yani…”
“Yatsın oğlum… Şirketin beyni göçmüş… Sokarlar işine!”
Seyfi, tabağındaki karidesleri çatalla bıçaklıyordu. Hiçbir şeyin tadı tuzu kalmamıştı. Ya Verda’nın bir parmağı varsa bu işte?.. Mesela, fısıltıyla da olsa birkaç cümle dökülmüşse Seyfi’de öpme isteğini diri tutan dudaklarından. Edip de ani ölümüyle Verda’yı işaret edip duruyordu kafasının içinde.
“Dur bakalım… Şu otopsi sonucu çıksın da… Anlarız durumu.”

Garsonun masaya buz kovasını bıraktığını ikisi de fark etmedi. Dün akşamdan beri şirketin yönetim kadrosu altüst olmuş… Ara yöneticiler sayesinde bugün işler rutininde akmış ama özellikle new businees, stop düğmesine basmıştı. Halkla ilişkilerin kulağını bizzat Seyfi çekmiş… Ölümün duyulması halinde hepsinin işine son vereceğini söylemişti. Kovulma tehdidi kadar yüksek bir motivasyon yoktu şirkette. Ne basında, ne de sosyal medyada tek bir haber çıkmıştı bu yüzden. Allahtan Edip’in kızı Ayşecan Toskana’da yaz kampındaydı.

Üstlerine çöken suskunluğu Hayri bozdu. Ekmek sepetinin çevresindeki kırıntıları gagalayan üç – beş serçe, Hayri’nin yükselen sesiyle havalandı. Kanatları havada iz bırakmadı.
“Bak birader, Edip hakkında bir şey biliyorsan ve bana söylemiyorsan…”
“Yok canım… Senin bilmediğin ne bilebilirim Edip’le ilgili!”
İşte, Seyfi’nin korktuğu başına gelmiş, köpek burnunu aratmayan Hayri’nin burnu kaşınmaya başlamıştı… Mesela, rastlantıyla Seyfi’nin telefonundaki arama geçmişini görse, ancak bu kadar isabetli bir kuşku duyabilirdi arkadaşı. Ah Edip ahhhh… Ve tabii sana da ahhhh Verda… Ah ki ne ahhhh! Yok canım, aklından geçenlerin olma olasılığı sıfırdı ya da sıfıra çok yakın.

Edip’le birlikte gittiği Kosmos’da gördüğü Verda geldi gözünün önüne: Babetleriyle
masaların arasında balerin gibi süzülüyor, muhteşem gülümsemesiyle, ışıl ışıl gözleriyle müşterileri büyülüyordur mutlaka bu gece de. Siparişleri alırken,
garsonları masalara yönlendirirken peri kızının asasını anımsatan görünmez bir el huzur tozanları serpiyordur mekâna. Edip, Verda’yı anlatırken adeta bir masalcıya dönüşürdü. De… Tüm bunları Hayri’ye anlatmalı mıydı Seyfi? Soru işaretinin çengeli boğazını çekiştirirken rakıyı yine fondipledi. Ahhhh Aşkım Venüs… Ahhhh!

Kaç yıl önceydi?.. Daha Verda’yı görür görmez kafasının içinde çalkalanmıştı bu iki sözcük Seyfi’nin. Didem’le yüzükleri atmamışlardı o sıralar. Didem, her fırsat bulduğunda kafasının içinde başını uzatmasa daha huzurlu olacaktı ama evde hâlâ en umulmadık yerden ıvırı zıvırı önüne çıkıyordu Seyfi’nin. Daha geçen hafta istiflediği oda kokularını bulmuş, ambalajlarıyla çöpe atmıştı.

“Ne oluyor birader?.. Gittin yine uzaklara!”
“Didem” dedi Seyfi.
“Hah, bir Didem hanımlar eksikti masada!”
“Tamam tamam… Buradayım. Uzatsana şu rakıyı.”
“Önce bir sote söyleyelim de… İki lokma bir şey girsin midene… Seni taşıyacak halim yok bilesin.”
“İyiyim ben. Sadece aç değilim. Masadakiler yeter şimdi.”
Hayri karafakiyi uzatırken
“O zaman tek doldur. Ekstra drama ihtiyacımız yok bu akşam… Hadi Edip’in anısına yuvarlayalım bu kez de” dedi.

Masalar doluyor, sayısı artan garsonlar tebessümleriyle, tepsileriyle, servis masalarıyla sakin bir telaşa imza atıyorlardı yine. Yakup, aşağıda barın arkasında kendi kendine demlenip laf atan bar müşterileriyle kaynatıyordur bu sıralarda. Masa müşterileriyle yârenlik ettiği hiç görülmemiştir meyhanenin kallavi tarihinde. Seyfi’nin barda çok konuşmuşluğu vardı Yakup’la… Aslında kafasındaki birbirine dolanmış soru kurtçuklarının yumağını Yakup açabilirdi ama Hayri’yi masada bırakıp aşağı inmek, hiç mi hiç yakışık almazdı. Ağzını dolduran rakıyı yutmakta zorlandı Seyfi; yüzü buruştu.
“Ne kıvranıp duruyorsun be birader, çıkar şu ağzındaki baklayı… Didemmiş… Ben de yedim!” dedi gözleri giderek küçülen Hayri.

Dün akşamdan beri içi şiştikçe şişen Seyfi’nin direnecek hâli kalmamıştı. Yanlarından geçen garsona “Şu servisi yenileyiver be kardeşim” diyerek kalamar cesetlerinin olduğu tabağı uzattı. Cevval garson gülümseyerek aldı kirli tabağı.
“Bitti mi?” diye sordu Hayri. Karşısında konuşmamak için bin dereden su getiren Seyfi’ye için için gülerek.

Hakikaten nereden başlayacaktı Seyfi?.. Neyi, nasıl anlatacaktı? Hikâye bir türlü bütünlenmiyordu kafasında.
“Beni bilirsin” dedi. Hayri başını salladı.
“Edip’i de bilirsin.” Hayri yine başını salladı. İşte eğlence başlıyordu.
“Ama Verda’yı bilmezsin.”
“Verda kim?”
“Bak, Edip hakkında yanlış bir kanıya kapılmanı istemem.”
“Edip’in sevgilisi deme bana!”
Sesini çıkarmadı Seyfi. Karafakiye uzandı. Bir perde yırtılmıştı sanki dünyayla arasında. Bu kadar yalın ve olağan gerçekliğin sır dolu (!) yükü omuzlarından havalanıyordu galiba… Ohhh çok şükür!
“Sözümü kesmeden dinle şimdi… Benim de fazla bir şey bildiğim yok. Kızı bu son beş yılda on kez ya görmüşümdür ya görmemişimdir.”
“Esaslı hikâye ha!”
“Sözümü kesme dedim. Valla anlatamam yoksa. Dün akşamdan beri bir yığın söz ve görüntü yığınıyla allak bullak kafamın içi.”
“Benimse kafam boşlukların çarpışmasıyla uğulduyor. Bi kahve söyleyeceğim, sen de ister misin?”
“Kahve için erken değil mi?”
“Kafayı bulmadan önce, adamakıllı anlamak istiyorum şu hikâyeyi” derken garsonla göz göze gelip çağırmayı başardı Hayri. Sonra Seyfi’ye
“Tanıyor muyum ben bu kızı?” diye sordu.
Seyfi’nin yer altından çekiliyor, masada bedeni gittikçe küçülüyordu sanki. Yutkunmaya çalıştı.
“Burada çok gürültü var… Toplayamıyorum kafamı. Hesabı ödeyip kalkalım. Birkaç bira alıp arabayı sakin bir yere çekeriz.”
“Sen bilirsin… Ama şu kahvemi içeyim.”
Başını salladı Seyfi. Karafakide kalan rakıyı bardağına doldurdu. Buzla sulandırdı. Buğulu bardağı baktı bir süre. Hayri, çatalın ucuna taktığı peyniri Seyfi’nin ağzına tıkarken muzip muzip göz kırptı. Peyniri neredeyse çiğnemeden yuttu Seyfi. Gerçekten iyi arkadaştı bu Hayri.

Tophane’ye inene kadar hiç konuşmadılar. Arabayı valeye verip kıyıda oturmak için sakin bank bakındılar. Galataport’un tüm mekânlarından ses ve ışık öbekleri dökülüyordu rüzgârsız ve aysız geceye. Boğaz girişinden önlerine kadar büyük bir yay şeklinde parıldayan yakamozları arada sırada bangır bangır müzik eşliğinde yemek yiyenleri taşıyan teknerestoranlar dalgalandırıyordu. Günde bir kez içtiği handmade purosundan derin bir nefes çekti Hayri. Tarihi yarımadada ışıklandırılmış saray ve minareler, Sarayburnu’nu dönen arabaların farları çok güzel görünüyordu buradan. İnatla sağlıklı yaşamak için koşanlardan başka kimse yoktu etrafta. Isınmasın diye yere bıraktığı bira kutusunu aldı Seyfi. Açarken çıkan sese kulak verdi. Geceye yine çok yakıştı metalik ses. Bel bölgesinden çekerek sırtına yapışan gömleği havalandırdı ilk yudumu almadan. Üsküdar sırtlarına baktı… Yükseklerden aşağı akan ışık seli Salacak’tan Boğaz’ın girişine dökülüyor, Kız Kulesi’nde büyülü bir hacim kazanıyordu.
Belli, uzun bir gece olacaktı. Bir bir anlatacaktı Hayri’ye:
Her şeyden önce, üç ay öncesine kadar Edip’le neredeyse dört yıldır iş dışında görüşmüyordu Seyfi. Bu yüzden Jülide’nin her davetine gitmemek için bir bahane bulmak zorunda kalmıştı. Edip’le arkadaşlığının bitmesine çok kırılmıştı üstelik. Büyük haksızlık yapmıştı Edip. Maruz kaldığı hakaretleri hiç hak etmemişti Seyfi. Ama geçmiş hatırına yutmuş ya da yutmuş görünmek zorunda kalmıştı. Yıllarca bu ruh haliyle aynı çatı altında çalışmak ve zorlu projelere imza atmak kolay mıydı?.. Bunu anlayabilecek miydi Hayri!
Evet, Edip âşık olmuştu… Hem de kendinden on beş yaş küçük bir genç kadına. Bunu hazmetmek bile uzun zamanını almıştı. Sonra yirmilik bir delikanlıya dönüşmüştü Verda karşısında. Karısı, kızı, kariyeri, iş dünyasındaki prestiji, uluslararası piyasalardaki saygınlığı, şirkette patrondan daha çok söz sahibi olması, adeta elini aldığı her taşı altına dönüştürmesi… Bütün bunları Hayri biliyordu. Hayri’nin bilmediği, Verda’nın karşısındaki tıfıl Edip… Bu ikili hayatın sürüp gitmesi için hayat karşısında körleşen sevgili arkadaşı!
Kendi ayakları üstünde durmak ve Edip’in kaprislerine boyun eğmemek için direnen Verda. Sonuç, kendi açılarından haklı iki âşığın fırtınalı ilişkisi. Birbiriyle olamayan ve birbirinden ayrı yaşamayan iki cinsin bildik trajik sona doludizgin gidişi.
Bu gidişten Seyfi de payını almış, Verda’nın çevresindeki tüm erkekler gibi Edip’in kıskançlığına toslamıştı. Evet, kabul ediyordu Seyfi… Verda’ya hayrandı, Edip olmasa âşık bile olabilirdi. Ama olmamıştı. Olduysa bile özenle karanlığında saklamıştı bu aşkı, gün yüzü göstermemişti. Bu yüzden Didem’le evlenmeye kalkmış, hatta nişanlanmıştı. Yüzükten kurtulunca nasıl derin bir nefes aldığını bir Allah bilir, bir de kendi. O dönemde az arka çıkmamıştı Hayri Seyfi’ye.
Üç ay kadar önce Edip, bir yönetim kurulu toplantısından sonra Seyfi’yi odasına çağırmış, kapıyı kilitledikten sonra Verda’dan ayrıldığını, bu ayrılığa dayanamadığını itiraf etmişti. İçi sızlamıştı Seyfi’nin Edip’in çaresizliği karşısında. Bir şişe viskiyle iyice kafayı bulmuşlar, ancak gittikleri saunada ayılabilmişlerdi o gece. Ertesi günden sonra arkadaşlıkları kaldığı yerden sürmüştü Seyfi’ye Edip’in. Acaba anlatabiliyor muydu Seyfi, Hayri’ye?..
Yakamozların ışıltısıyla gölgelenen karanlıkta başını salladı Hayri. Birkaç adım önlerinde volta atan martıya dikmişti gözlerini. Karşı tepede bir şimşek çaktı. Boğaz’ın açıklarında demirlemiş gemiler aydınlandı. Gök gürültüsünü kentin dinmeyen uğultusu yuttu.

“Hadi gidelim artık” dedi Hayri. Boş bira kutusunu sıktı. Seyfi ayağa kalktı. Yerdeki kutuları poşete koydu. İlk gördüğü çöp kutusuna atacaktı. Verda ve Edip’in daha uzun süre kendisiyle kalacağını anlamıştı.