Şekline bayıldığım, alıp baş köşeme koyduğum şahane bir taş bulmuştum. Hayli zaman olmuştu ilk kez fark edeli o güzelim şeyi. Ara sıra görsem yeter, diye düşünmüştüm başlarda. Sonraları her görmek istediğimde peşine düşmek zor iş dedim, bir gün kaybolursa endişesi, bir daha görememe korkusu da cabası oldu. Endişesi korkusu bile güzelmiş. Ne tatlı heyecanlarmış, şimdi şimdi fark ediyorum.
Bugüne kadar görmediğim, sonrasında da göremeyeceğimi bildiğim hiçbir renge benzemeyen, insanın baktıkça bakası gelen taşı başköşeme koyduğumda başladı eksikliğim. Önce o eksilmeye başladı ya da ben öyle sandım. Evirip çevirmek, bazen parlatıp renklerini ortaya çıkarmak istesem de başına bir iş gelir ya da büyüsü bozulur diye dokunamadım. Her detayını ezberlemekle yetiniyordum ama eksiklik hissi, insanoğlunun açgözlülüğü, tatminsizliği belki, sona giden yolun kapılarını açtı. Yutuversem diye düşününce…Yutuversem dedim, sarhoş gecelerden birinde, o sarhoş gecelerden birinde eksiltenin ben olduğunu fark ettim. Yutuversem tamamlanırım şahane taşla birlikte.
Yuttum.
Halt ettim. Artık göremiyordum. Evet, içimdeydi. Ağırlığı gün be gün artıyor, hareket kabiliyetimi sınırlıyor, nefesimi paylaşıyordu. Belki bana benziyor, belki ben ona benziyordum. Ne fark ederdi! Fark eden şuydu, içimdeki ağırlıktan kurtulamıyordum.
Yazlar yaşanıyordu tanrının sevdiği kullarını gönderdiği diyarda. Zeytin ağaçları, ağustos böceklerini misafir ediyordu. Bir bana cehennemdi sıcaklar. Güzler, baharlar yaşanıyordu badem çiçekli, serin mi serin. Bir beni titretip korkutuyordu. Su gibi akamıyor, ateş olup yanamıyordum. Yenilgim acizlikten değil, yılan gibi kabuğumu değiştirip yeniden doğabilme, umudumu yeşertip eskiye sünger çekme ihtiyacımdandı. Kendimi mi kandırıyordum? Benim dışımda herkesin haklı olduğu bir boşluktan düşüyordum. Acıyı sindire sindire ezber bozuyordum. Bir türlü yere vurmadan aralıksız düşmek, düşerken her an çakılıp parçalara ayrılma endişesi taşımak zordu. Taşı yuttuğum günden bu yana, bitmeyen kâbuslarımın hakkını vermeye çalışıyor, boşlukta tanımsız bir cisim gibi savruluyordum.

Dayanılmaz ağırlığı en yakınlarımdan başlayarak dokunduğum herkese yük olmaya başladı. Salgın hastalık gibi kendimi bulaştıra bulaştıra zarar veriyordum her attığım adım, her aldığım nefeste. Kurtulmak istiyordum bu durumdan, içimdeki taştan. Defalarca sordum bunu kendime. İstiyor muydum? Hayır! Uyumaya korkuyordum başlarda. Sonraları uyanıkken de başladı. Gündüzleriyse kendimi uyuşturmak için sonsuz bir gayret içindeydim. İşin tuhafı uyuşamıyordum da. Masmavi denizin pırıl pırıl gökyüzünün altında toz duman harap bir ev, doğanın muhteşem harmonisi altında detone bir şarkıcıydım.
Denize girelim’li, aman ne güzel’li, ha ha ha çok komik ama değil mi’li anların değişmez figüranı, iflah olmaz oyun bozanıydım. Zihnimdeki yekpare sorular kabuslarımın kapısını aralıyordu. Biliyordum. Bilmiyordum. Bilip bilmediğimi bilmiyordum. Bilmemezlik. Bilmek istememezlik. Kabuslarımın, sanrılarımın, ağırlığımın, eksikliğimin, boşluğumun Donkişot’uydum artık.
Düşüyordum.

Haklıydı. Ben de olsam yerinde, kara delikten düşen bir bombanın, bana tutunmasını istemezdim. Tutmaya kalksa da tutunmazdım ki. Ne güzel duygular öğretmişti hiç tatmadığım, susarak anlatılabilen. Ona sormadım hiç çıkmak ister misin içimden diye, korktum. Güzel olan ne varsa bir bedeli olur muydu? Sevmezdim böyle beylik lafları. Öncesinde sevmeyi bilmediğim için mi, bilsem bile sevmediğim için miydi? Of ne önemi vardı ki. Düşmemek gibi derdim yoktu artık. Ağır. Yavaş. Yerçekimsizdim. Sinir bozucu bir kabullenişteydim.
Kabuslarımın sonuncusunun o gece olacağını bilmiyordum. Derdinin beni tutmamak değil, her zaman olduğu gibi yine bir mucize yaratmak olduğunu anladığım son kâbus.
Bir deniz çayırına gizlenmişti. Lale soğanı kılığında küçük bir su pompası elinde, canhıraş uğraşıyordu. Evet, yine şaşırtmayı başarmış, varoluş sebebinin mucizeler yaratmak olduğunu kanıtlamıştı. Karanlık, yerçekimsiz delik, yerini koyu lacivert derin mi derin sulara bırakmıştı. Bunu al diye uzatıyordu, yoruldum. Nefesimi tamamlamaya çalışıyordu pompaya benzer bir şeyle. Koca bir denizi kurutma çabası. Nefesimi tamamlarsa kendisininki de tamamlanacaktı. Paylaştığım nefesini geri veriyorum, al diyordu. Kurtaracağım seni ağırlığımdan. İstemiyorum, dedim. Nefesimi geri almak mı? İlk günkü şahane taşı istiyordum, iyi gelecek buydu. Küsüp kırılır gibi oldu. Şişmeye başlıyordu bir yandan bir yandan da her şey mümküne, mucizelere beni inandırmaya çalışmaya. Denizi pompayla içine çektikçe biçimsizleşti. Beni de denizle birlikte. Kendimden utandım. Hangisi gerçek hangisi hayaldi.
İçimdeki ağırlığın sebebi bakmaya kıyamadığım taş mı, deniz çayırları arasında, şiştikçe şişen renksiz biçimsiz şey mi? Dibe… İyice dibe yaklaşmıştım. Aylardır süren yolculuğumun sonuna geldiğinin işaretleriydi ‘yok artık’ inançsızlığı. İki yarımın sonsuz bütüne tamamlanarak yüzlerce yıl sonra bile çocuklarına anlatacağı, kimsenin inanmak istemese bile her dinlediğinde içinde yaşatacağı bir öğreti de olabilirdi veda denilen. Sıradan bir vazgeçiş olacak değildi ya! Düştük. Savrulduk. Anlayabiliyordum. Düşmanlarından korunan canlılara ev sahipliği yapıp nefes olan, *Posidonia’larla aynı kaderi paylaşıyordu yok oluşumuz. İyice yaklaşmıştı. Rengarenk lale soğanlarının, otların arasında belirdi aniden. Pompayı bana uzattı. Biz bugüne kadar ne olanaksızları oldurduk, der gibi uzattı.
Pompayı alıp kendimi şişirmeye başladım suyu kurutmaya çalışmayı boş verip. Giderek ona benzediğimi, onun gibi davranıp onun gibi olmaya çalıştığımı çok önceden fark etmiştim aslında.
İnsan neyi severse ona benzermiş. Böyle bir söz var mıydı? Yoksa da olmuştu.
“İnsan neyi severse ona benzermiş”
Bu söz tüm resmî kurumlara yazılmalı, anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinden biri olmalıydı.
Deniz soğanları arasında tüm benzerlerinden farklı, daha önce sadece bir kez gördüğüm taşla aynı renk laleyi işaret ediyordu gözleri. Artık tüm denizi içimize çekmiş dev bir bütündük. Nefes, beden, ruh, cinsiyetsiz, tanımsız yarımlık bütüne tamamlanıyordu. Yeryüzünde deprem ya da gezegene düşen devasa bir bomba. Yok çok daha büyük bir şey. Gemileri yuttuk okyanuslardaki, balıkçı teknelerini, envaiçeşit balığı, Hint dağlarında gezinen Budist’i, Avrupa’daki keşişi, inanılan ya da inanılmayan tüm tanrıları, koyulan kuralları, tüm olanaksızlıkları, yapamazsın’ları, günahları, sevapları hem melekleri hem şeytanları, iyiliği ve kötülüğü yuttuk gezegendeki. Dünya bizi içine almayınca biz dünyayı içimize almıştık. Posidonia’lar köklerinden ayrıldı. Su karıştı. Parçalarımıza ayrıldık. Her bir parçamız farklı yönlere dağıldı. İçimdeki taşı gördüm karmaşa içinde. Su pompasını. Çekilmeye başlayan suları. Harikulade bir renge bürünmüştük.
Daha önce gördüğüm kâbuslarımda içimde taşıdığım onun rengine. Mutlu bir gülümseme düştü dev gümbürtü sonrası kuruyan denizin üstüne. Sular gökyüzüne karıştı. İyi ki yaşadınız yazdı toprağa düşen yağmur damlaları.
Sabahleyin son çağrı diyordu havaalanındaki anons. Sahi hangi ara gelmiştim buraya. Cennetimden cehennemimden, mucize rengimden, bildiğim/bilmediğim zamanlarımdan, kabuslarımdan, güzel düşlerimden uzaklaştım.
En güzel kabusumla da en güzel rüyamla da vedalaştım.

*Deniz çayırları.