VEDA RENKLERİ

Öykü yazdığımdan olmalı, romandan ziyade öykü kitaplarını tercih ediyorum. Az sayfaya sığdırılmış koca dünyaların inceliklerini, saklandıkları satır aralarından keşfetmeyi seviyorum sanırım. Bir detektif gibi, yazılmış her kelimenin neye işaret ettiğini, yansımasını hangi satırda bulacağımı araştırmak hikâyeyi daha ilginç kılıyor bana göre. Türk ve Amerikan edebiyatında çok sıklıkla karşılaştığımız bu tür maalesef Avrupa edebiyatında çok fazla karşılığını bulmuyor. Dolayısıyla ne zaman Avrupalı bir yazarın öykü kitabını görsem heyecanla atlıyorum üzerine.

Doktor bir arkadaşımın muayenehanesinde tanışmıştım Bernhard Schlink’le. Masasının üstünde duran Almanca kitabı görünce gayrı ihtiyarı elime aldığımda, o zamana kadar tanımadığım Alman Bernhard Schlink’in bir öykü kitabı olduğunu görmüştüm. Almanya’ya döner dönmez Türkçeye Yaz Yalanları olarak çevrilmiş kitabını almış ve hemen okumuştum. İnsan ruhunun karanlık dehlizlerinde gezinen yazarları severim. Ne de olsa biz yani insan evladı içimizde var olan bu loş alanı daima kötücül algıladığımızdan pek görmek, bilmek, anlamak istemez sıklıkla varlığını yadsırız. Belki de yadsımak yerine kucaklasak ve anlamaya çalışsak daha kolay olacak hayat. Kim bilir?

Neyse, her gün karşılaştığımız, belki arkadaşımız, belki komşumuz hatta kendimiz bile olabilecek kadar sıradan insanların ruhlarında el lambasıyla gezinen bu yazarın başka bir öykü kitabıyla karşılaşınca tereddütsüz hemen aldım. Bugüne kadar on yedi eser vermiş yazarın kitaplarından sadece üçü öykü, diğerleri roman. Bu da öykülerine denk gelmemi daha kıymetli yaptı elbette. Yazımızın konusu olan Abschiedsfarben (Veda Renkleri diye çevirebileceğim) adlı kitaptan önceki iki öykü kitabı Doğan Kitap tarafından Türkçeye çevrilmiş. (Aşk Kaçışları, 2002 ve Yaz Yalanları, 2012)

1944 doğumlu Schlink hukuk eğitimi almış, asıl mesleği yargıçlık olan bir akademisyen. Bir röportajında “tek hayat yaşamak istemediğim için yazıyorum” diye açıklamış yazarlığa adım atışını. Romanlarının ana konusunu temel haklar ve adalet oluşturuyor. Bu yönüyle Ferdinand von Schirach’ı anımsattı bana. O da hukuk okumuş, yazarlığının yanı sıra avukatlık yapıyor. Yaş olarak Schlink’ten epey genç olmasına rağmen onun da öykülerinin temel noktası suç, ceza, adalet vb. olgular. Muhtemelen ister yargıç ister avukat olsun her iki meslek de insanın dışa yansıttığının ötesini görmeye odaklandığından bu iki yazar da edebiyat alanında çok başarılılar.

Teolog bir anne-babanın çocuğu olmasının etkilerini bir öykü hariç pek görmedim. Bilakis iki öyküsünde Nabokov’un Lolita’sı gibi toplum kurallarına aykırı pedofili iması var gibi dursa da, ben öyle okumadım öyküleri. Ancak 2020 yılında yayınlanan kitapla ilgili yorumları okuduğumda kitabı beğenen kadar beğenmeyen olduğunu gördüm. Beğenmeyenlerin nedenleri özellikle o iki öykü üzerine odaklanmıştı. Tutucu bakış açısına yakın eleştirmenler, öykülerin pedofiliyi kabul edilebilir kıldığını düşündüklerinden tüm kitabı reddetmişler.

1987’de Walter Popp ile birlikte ilk romanını yazıyor Schlink. Polisiye tarzda yazdıkları bu romanda yarattıkları Detektif Selb karakteriyle tek başına devam ederek iki romanla üçlemeyi tamamlıyor. Daha sonra bir süre bu tür romanlara devam ediyor. Polisiye olmayan ilk romanı Okuyucu’yu 1995’te yayınlıyor. Uluslararası bir üne kavuşan bu kitabının filmi de çekiliyor. Sayısız ödüller alan yazar 2024 yılında NDR kanalının Kültür Cafe adlı programında yazmanın en kendi olabildiği alan olduğundan bahsedip “benim için bir kaçış alanı” demiş. Kendi için yazdığını, eserlerinde kendine sorduğu sorulara cevap bulmaya çalıştığını anlatıyor ekrandaki sohbette.

Yazımızın ana konusu olan Veda Renkleri dokuz öyküden oluşuyor. Her öyküde başka bir çeşit vedadan bahsetmesine rağmen hepsinin özünde bir suçluluk duygusu var. Suçsuz suçlu olabilir mi sorusunu sormuş tümünde ve öykülerinin sonlarını açık bırakarak okura bırakmış kararı. İlk öyküde Doğu Almanya’dan kaçmaya çalışan en yakın arkadaşını ihbar eden bir adamı okuyoruz. Onun Batı Almanya’da mutsuz olacağına, orada yapamayacağına inandığı için ihbar ettiğini söylese de en yakın arkadaşını kaybetme korkusu anonim ihbarı tetikleyen. Batı Almanya’ya gidemeyen arkadaşıyla beraber çalışmaya devam ediyorlar, arkadaşı kaçamamış olmaktan şikayet etmiyor. Ana karakterimiz neredeyse yaptığını unutuyor ta ki arkadaşı öldükten sonra arkadaşının kızı babasının Stasi’deki ( Doğu Alman Milli Güvenliği) dosyalarına bakmak istediğini söyleyinceye kadar. Sürekli bastırdığı suçluluk duygusu tekrar kendini gösteriyor. Dostluklarını korumak adına yaptığını ve arkadaşının hiç de kötü bir hayatı olmadığına kendini inandırarak suçluluk duygusuna veda ediyor. Gerçekten veda edebiliyor mu yoksa arkadaşının kızıyla yüzleştiğinde neler oluyoru yazmamış yazar. Arkadaşının geleceğiyle oynamış tabii ki suçlu diye başladığınız öykünün sonunda kendi kendinize sorular sorarken buluyorsunuz. Net bir cevabı yok soruların. Okura göre değişir.

İkinci öyküde ki, pedofili iması olan öykülerden biri bu, elinde büyüyen bir kız çocuğunun agresif sevgilisi tarafından bıçaklandığını pencereden görmesine rağmen bir şey yapamayan bir adamın hikâyesini okuyoruz. Kendine ait olarak gördüğü kızın bir sevgili bulmasını hazmedemeyen karakterimiz belki de bilerek koşmadı kızın yanına. Ancak Anna’ya sonsuza kadar sahip olma düşüncesiyle sevgiliyi öldürme planı yaptığında, bıçaklandığını gördüğü zaman yanına koşmamasının suçluluğundan kurtuluyor. Gerçekten öldürüyor mu sevgiliyi, bilmiyoruz.

Öykülerin hepsini yazmayacağım elbette ama günümüzde bir çoğumuza tanıdık gelen bir duyguyu işleyen öyküden de bahsetmek istiyorum. Yanlarında çalışan kadınla kendisini aldatan kocasını üzerinden yıllarca geçmiş olmasına rağmen affedemeyen bir kadın ana karakterimiz var bu sefer. Zaten tek ana karakteri kadın olan öykü bu. Diğer öykülerin ana karakterleri belli bir yaşı geçmiş, genellik-le yalnız erkekler. Öykü, kocasının sonradan evlenip bir aile kurduğu kadının Sabine’nin kapısında belirmesiyle başlıyor. Hikâye ilerledikçe karakterimizin kocasına duyduğu öfkeyi, kırgınlığı yıllarca nasıl taşıdığını, kağıt üstünde boşanmış olsalar bile onun hâlâ boşanamadığını, eski evliliğine veda edemediğini bu nedenle de yeni bir hayata başlayamadığını görüyoruz. Varsayımların, ön yargıların eşliğinde beslediği bu duygudan kurtulmadıkça hayattan tam anlamıyla keyif alamayacağını da hissediyoruz okur olarak. Aldatılan taraf, aldatanın keyfinin yerinde olduğunu, onun duygularını hiç umursamadığını düşündüğü için kendini değersiz görür ve bunu öfke olarak yansıtır. Bu öyküde çok hasta olan eski kocasını görmeyi kabul ettiğinde eski kocasının ona yaptıkları ve yapmadıkları için kendini her zaman suçlu hissettiğini ve bu duygunun onu dipsiz, karanlık bir kuyuda dibe çektiğini öğrenir. Bu buluşmadan kısa bir süre sonra adam ölür. Sabineyse hayata bambaşka gözlerle bakar. Eski kocasına karşı olan öfkesine, kırgınlığına veda etmiştir.

Ölüm, terk ediş gibi fiziksel bir yok olma durumu değil de, pişmanlığa, kızgınlığa, sahiplenmeye, suçluluk duygusuna, acımaya, yalnızlık duygusuna veda gibi duyguları ele alarak çeşitlendirdiğinden kitabın adını Veda Renkleri koyduğunu düşünüyorum. Duygularımızla hesaplaşıp veda edemediğimiz sürece ne cenaze, ne yeni bir eş ya da sevgili ne de başka bir şehir nokta koymuyor vedamıza.

Ben Almanca okudum kitabı. Yaz Yalanları’ndan daha çok beğendim. Her öykünün sonunda, olayla birlikte karakterlerin iç dünyasını da çok iyi verdiği için, toplumsal yargılardan sıyrılıp o karakterin özünde gerçekten suçsuz suçlu olup olmadıklarını düşündüm. Bir öyküden diğerine atlamak kolay olmadı, sorulara kendi bakış açımdan cevap bulmaya çalıştım. Türkçeye çevrilmesini çok arzu ettiğim kitaplardan. E madem Türkçesi yok kitabın niye yazdın derseniz de, bilmem sanırım bu kitabın varlığından haberdar olmanızı ve bir yayınevinin de duymasını diledim sanırım. Ben o kadar etkilendim ki kitaptan, kitaba veda edemedim.