Şeytan diyor ki: Çek git. Kafa nereye sen oraya… Henüz geç değil. Fazla eşyaya gerek yok, sadece gerekli olanlar. Küçük bir sahil kasabasına yerleşmek ne güzel hayal. Olmadı mı, dön gel. En azından denedim dersin. Alıyorum elime kahvemi, oturuyorum pencerenin yanına. Cama vuran yağmurun eşliğinde doludizgin dalıyorum hülyalara. Şimdi bambaşka bir yerdeyim.
Çok istediğim kırmızı arabayı almışım, yollara vurmuşum. Radyoda “Akdeniz” çalıyor, şarkıya eşlik ederek gidiyorum. Yol akıyor, kalbim akıyor, ait olduğu yeri bulmak için kuş gibi çırpınıyor. Ağaçlarla kaplı dağın eteğine kurulmuş, iskelesiyle şirin bir sahil kasabasına geldiğimde kalbim dur diyor, o yer burası. İsmi Serinköy olan kasaba ilk andan beni içine çekiyor. Tek emlakçısına gidip kiralık ev soruyorum,
“Yok.” diyor. “Burada insanlar evlerini kiraya vermez.”
“Satılık var mı?” Gülüyor.
“Elimde kelepir bir ev var ama biraz eski,” diyor.
Kurnaz bakışları olan emlakçının yüzünden evin söylediğinden daha eski olduğu anlaşılıyor. Gidip bakıyoruz. Kapı sıkışmış, zor açılıyor. İçerisi berbat durumda.
“Duvarlar nemli, rutubet kokuyor.”
“Yok canım, deniz kenarı diye, yoksa nem olmaz burada,” diyor.
Kanıtlamak istercesine derin nefes alıyor, ardından öksürük krizine tutuluyor. Çok uğraşmıyorum, neredeyse söylediğinin yarı fiyatına evi alıyorum. Tadilattı, yerleşmeydi derken zaman geçiyor. Kış gelince kuduran denizin dalgaları iskeleye vuruyor, tekneler parçalanıyor. İç denizde olmaması gereken bir fırtına. Ama şaşırmıyorum. Yaktık, yıktık, beton döktük. Cennet vatanı çoraklaştırdık. Kimse dışarı çıkamıyor, doğal ev hapsindeyiz. Yalnızlığı ve yabancılığı iliklerime kadar hissediyorum. Derken kapı çalıyor, tak tak. Yan komşum merak edip gelmiş.
“Göremeyince seni merak ettim, başına bir şey geldi sandım,” dedi. İnsanlık daha ölmemiş.
İçeri buyur ediyorum. Çay demliyorum, peynir, zeytin, küçük bahçemde yetiştirdiklerimden yıkıyorum. Komşumun getirdiği sıcak ekmeği ikiye bölüp tereyağı sürüyorum. Birlikte kahvaltı ederken kasabada olanları anlatıyor. Üç gün sonra fırtına diniyor. Nihayet insanlar evlerinden çıktığında fırtınanın yaptıklarını görünce gözlerine inanamıyorlar. El birliğiyle hasar giderilmeye çalışılıyor. Bir kadın kızını arıyor. Herkes meşgul, onunla ilgilenen yok.
Ertesi sabah gün ağarırken içimde kötü bir hisle uyanıyorum. Sahilde yürüyüşe çıkıyorum. Hava soğuk ve rüzgârlı, paltoma sıkıca sarınıyorum. Farkında olmadan yakındaki koya kadar gidiyorum. Kumların arasında parlak bir şey dikkatimi çekiyor. Eğilip bakıyorum, kalp şeklinde bir kolye. Belki sahibini bulurum ümidiyle cebime atıyorum. İleride birinin yattığını görüyorum, yavaşça yaklaşıyorum. Kızı ilk gördüğümde boğazım düğümleniyor, geriliyorum. Islak kıyafetleri ve saçları yosunla kaplı. Uzun süre suda kaldığından görüntü korkunçtu. Yosun kokusu, çürüyen bedenin tuzla karışan ağır kokusuna karışmıştı. İçimde bir şeylerin yer değiştirdiğini hissettim. Attığım çığlık rüzgârda dağılıyor, tekrar bağırmamak için elimle ağzımı kapıyorum. Polisi arıyorum. Çok geçmeden ortalık kalabalıklaşıyor. Onu görebileceğim bir mesafedeyim, cesedi çevirdiklerinde göz çukurlarında hiç bir şey yoktu. Yüzü şiş ve morarmıştı. Bahar geliyor, ölen kızın katili bir türlü bulunamıyor. Katil elini kolunu sallaya sallaya ortalıkta gezinirken konuşulanlardan kızın 18 yaşında olduğunu ve liseyi yeni bitirdiğini öğreniyorum. Yazık ki üniversiteye gidecek kadar yaşayamamıştı. Korkudan kapıma daha fazla kilit taktırıyorum.
Herkes çok meşgul, tekneler gidip geliyor, tarlalar, bahçeler ekiliyor. Bende ekiyorum minik bahçemi. Kasabanın yakınında turistik oteller var, Serinköy’ün sahilini parsellemişler. Yerli halkla sürekli çatışma halindeler. Yapacakları alışverişlerle kasabaya gelir sağlayacaklarını bilmelerine rağmen turistleri istemiyorlar. Yabancılardan hoşlanmıyorlar. Artık beni yabancı olarak görmediklerinden bu benim için geçerli değil. Kızın katilinin otelde kalan bir turist olduğunu düşünüyorlar. Serinköy’den olma ihtimali akıllarına dahi gelmiyor. Katili bulma çalışmaları devam ediyor ama ipucu yok. Bir akşam gürültüyle uyanıyorum. Evin içinde gezinen biri var, bir şey arıyor. Sessizce kalkıyorum, dolaptan uzun süredir kullanmadığım tenis raketimi alıyorum, kendimi savunabileceğim başka bir şey bulamıyorum. Kapıyı açmamla biri üzerime atlıyor. Boğuşmaya başlıyoruz, bir yandan imdat diye bağırıyorum, eliyle ağzımı kapatıyor. Boğazıma dayadığı metalin soğukluğu içimi ürpertiyor.
“Nerde?” diye soruyor ama neyi kastettiğini anlamıyorum.
Sesim çıkmıyor, kafamı sağa sola sallıyorum. Bıçağın keskin ucunu boğazıma daha çok batırıyor, kanımın aktığını hissediyorum.
“Söyle kolye nerede? Sende olduğunu biliyorum,” diyor.
Şaşkınlıkla kalakalıyorum, ben onu kızı bulduğumda paltomun cebine atmış ve sonra unutmuşum. Pencereden süzülen ışıkta yüzümdeki değişiklikleri görebiliyor, bende onu görüyorum. Bu bana ev bulan emlakçının küçük oğlu. Bir anlık dalgınlığından yararlanıp elini ısırıyorum, acıyla bağırıyor. Kendimi ondan uzağa atıyorum ama nafile. Küfrediyor, üzerime atlıyor. Saçlarımdan tutup başımı geriye atıyor. Can açısıyla çığlık atıyorum.
“Son kez soruyorum, kolye nerede?” diyor.
Karanlıkta bıçak parlıyor. Tam boğazıma inecekken kapı kırılıyor. Polisler odaya giriyor ama beni bırakmıyor.
“Yaklaşmayın, yoksa öldürürüm,” diye bağırıyor.
Fare gibi kapana kısılmış, korkusunun kokusunu alabiliyorum. Polisin biri ateş ediyor, gözlerimi kapıyorum, yere yığıldığımı hissediyorum. Ölmüş olabilirim. Gözlerimi açtığımda hastanedeyim, korkudan bayılmışım. Elim istemsizce boğazıma gidiyor, yara izini buluyorum. Yaşadıklarımın gerçek oluşunun ispatı. Polisin biri gelip ifademi alıyor. Bana katilin omzundan vurularak yakalandığını ama ölmediğini, sesimi duyan yan komşumun onları aradığını söylüyor. Kızı neden öldürdüğünü sorduğumda üzgün bir sesle,
“Bu yıl büyük şehre okumaya gidecekti. Ama o hayvan gitmeye kalkarsan seni öldürürüm demiş. Gelip benden yardım istemişti ama onu koruyamadım,” dedi.
Bir süre hastanede kalıp evime dönüyorum. Komşularım evimi tamir etmiş, gözlerimden yaşlar boşalıyor. Artık onlardan biriyim. Zaman geçiyor, yaz geliyor. Hasat zamanı. Herkes çok yoğun, tekneler gidip geliyor. Balıkların çoğu otellere, kalanın birazı kendilerine, birazı yakın kasabalara götürülüp satılıyor. Kasabalar şikâyetçi, daha çok balık istiyorlar.
Gece çok sıcak, normalin üzerinde. Uyanıyorum. Gözlerimi ovuşturarak kapıya çıkıyorum. Olay büyük, takip edemiyorum. Herkes koşuşturuyor. Ne olduğunu sorduğumda aldığım yanıt tek kelime.
“Orman!” diyor arka tarafı işaret ederek.
Dağ yanıyor, orman yanıyor. Alevler geceyi aydınlatıyor. Havada uçaklar uçuyor. Yangın neredeyse kasabaya varıyor. Biri bağırıyor,
“Kasabayı boşaltabilirler, evimiz elden gidiyor. Hadi, daha çabuk.”
Cehennem ateşinin ortasında ürperiyorum. Serinköy halkı evine ve insanına çok bağlıdır, onlar için kasabayı terk etmek dünyanın sonuyla eşdeğer. İçeri girip elime ne geçerse giyip yardım için diğerlerine katılıyorum. Günün ilk ışıkları vurduğunda manzara felaket. Yangın hala devam ediyor. Kasabanın boşaltılabileceği konuşuluyor. Evimden olmak istemiyorum, evimi seviyorum. Bütün kasaba halkı gibi. Bazıları ağlıyor ama bir umut çalışmaya devam ediyorlar.
Gece boyunca yanan hayvanların çığlıkları kulaklarımızda çınlarken kaçabilen hayvanlar hızla yanımızdan geçiyor. Ormanda yaşayan bir kirpi veya kaplumbağa olduğumu düşünüyorum. Evleri yok olan bir hayvan.
Silkelendim, hayal kurmayı erteledim, emekliliği de. Şimdi olmaz. Salona geçip televizyonu açıyorum. Haberlerde yine kadın cinayeti. İç sıkıntısıyla kapatıyorum. Keşke beynimin de kumandası olsa, bir tıkla silebilsem her şeyi. Akşam olup yatağıma uzandığımda hayalim geliyor, usulca başucuma oturuyor. Başka bir hayal kuruyorum, daha güzel bir dünya. Hem, elimizde umudumuzdan başka neyimiz var ki! Şeytan hala fısıldıyor. Yapabilirsin!