“abi dedim lan sana… mahmut abi! bu muydu abiliğin it… bu muydu!”
sahilde, denize en yakın kayanın üstüne tünemiş, ağlıyordu sait. burnunu çeke çeke. bildiği bütün kelimeler çekip gitmiş, hıçkırıklarının arasında sadece “abi dedim lan sana” tekerleme gibi kalmıştı.
böğründeki, sırtındaki, boynundaki, bacaklarındaki mora dönüşecek kızıllıkların acısını duymuyordu. hıçkırdıkça yarılmış şakağından sızan kanın bile farkında değildi. bulutların arasından sıyrılan akşam güneşi vurduğunda kirli koluna sildiği göz yaşı ve sümükler yol yol parıldıyordu.
“abi dedim lan sana!”
sait’in kavruk omuzları koltukaltları yırtık tişörtünün altında daha da küçülmüş, hıçkırıklarla sarsılıyordu.
yol seviyesinin epeyce altındaki kayalık sayesinde geçip gidenlerin, koşu yapanların, birazdan ortaya çıkacak görkemli grubu seyretmek için bank kapan akşamcıların gözüne çarpmıyordu sait.
“abi dedim lan sana!”
yamacına gelip konan ve beyaz bir heykeli andıran martıyı gören sait’in hıçkırıkları da, gözyaşları da bıçak değmişçesine kesildi.
“biliyor musun abi dedim ben o lavuğa” dedi kırçıllı bir fısıltıyla.
kanla karışık ıslak yüzünü arka arkaya ellerinin tersiyle silip pantolonuna kuruladı. göz yaşı – sümük – tükürük kaplı şişmiş dudaklarının arasından dökülen cümleleri kendine mi, martıya mı söylediği anlaşılmıyordu.
“öl dese ölürdüm lan ben o it için. öl dese ölürdüm. peki o ne yaptı bana ha… ne yaptı? kazığın çivilisini geçirdi benim gibi delikanlıya… kazığın çivilisini! abi dedim lan ben sana… abi demekle kaldım mı ha… söyle hadi! boğaz tokluğuna erketeye kim yatıyordu, kanaryalar gibi kim şakıyordu ağaç tepelerinde, duvar diplerinde. ben göstermesem yolunacak tavuğu, sen bok çarpardın atatürkleri. hiç gözüm oldu mu mangırda?.. hangi gün herhangi bir gıcır için açtım sana el! insafına koy da, parmakları beni gösteren gammaz elini insafına koyup söyle, söyle ha, göz ucuyla baktım mı hiç şişkin ceplerine! söylesene kitapsız! daha dokuz yaşında yoktum yamacına sığındığımda… iki kanadı kırık aha şu martı gibi süt beyazdım. taaaaa o günden bugüne abi dedim lan ben sana. Hangi abiliğe sığar erketeni çarptığına vermek… ulan puşt söylesene ha… mangırları elime tutuşturup al beyim yakaladım diye çarpılana vermek erketeni… hangi abiliğin kitabında yazılı kitapsız it. abi dedim lan sana ben… abi…” derken havalandı martı. akmakta nazlanan sularda bembeyaz bir gölge gibi süzülüyordu.
“kaç lan… sen de kaç” diye bağırdı arkasından sait.
karşısında güneş tarçın dökülü top olmuş, renkten renge boyuyordu akşam bulutlarını. sait’in umuru olmasa da çömeldiği kayadan doğruldu sızım sızım bacaklarıyla. burnundaki son sümüğü de koluna sildi. arkasını denize verip sarkak adımlarla sendeleyerek çıktı yola.
“nerden çıktın oğlum sen, ne bu halin?” diye sordu bankta oturanlardan kızıl kafalısı. elinde sigara paketi tutuyordu.
“bir sigara versene” dedi sait, hıçkırmaktan içine kaçmış sesiyle.
“var mı öyle bedava sigara, gel bakayım buraya” dedi kömür karası saçları kafasında kalıp gibi duran yalçın.
çekinerek küçük, sarkak bir adım attı sait.
“korkma velet, gel” dedi daha sevecen sesle yalçın.
“korkmuyorum” dedi sait. sesi gür çıkabilmişti sonunda.
“vaaay delikanlıyız” diyen birol’du.
birol üç kafadarın arasında doğal ağır abiydi. yan yan baktı sait birol’a…
“n’oldu oğlum sana! ne bu yüzünün hali?” diye tekrarladı kızıl kafa (adı naim’di.) “hayat” dedi sait… “gammaz bir hayat.”
üç kafadar birbirine baktı. sait ise yeryüzünden çekilmeye hazırlanan güneşe. güneşin önünde abi dediği it vardı. akşam bulutlarının arasında pis pis sırıtıyordu.
o it, şimdi kaynamış sade suya tirit çorba tenceresinin önünde duruyordu muhtelemen. elinde o pis çinko leğeni tutarken bir kalkık kaşının altındaki delici bakışlarıyla muma çeviriyordu karşısına dizilmiş sivilceli, bıyıkları inceden terlemiş tıfılları. hepsi de ceplerindekileri çıkarıp mahmut abi dedikleri ite veriyordu. yaltaklanmakla yetinen erketelerin cepleri boştu. Böyle böyle öğreniliyordu bu dümen. gıcırları ceplerden, çantalardan çekmek ince işti. ama erketesiz olmazdı. erkete bilirdi kabarık cüzdanları, çarpılacak çantaları. erkete olmak, kafasının arkasında da bir çift göz demekti… kıl gibi her rüzgârı hissetmek demekti… kıl gibi sıyrılıp gitmek demekti.
sait, şimdi tüm ağrı ve sızılarına rağmen sigarasını tellendirirken toptan yok olma vaktinin geldiğini düşünüyordu üç kafadarın yanında çömelmiş denize bakarken. ne ağrı duyuyordu, ne sızı. kararlıydı… it değil, abi olacaktı… abi gibi abi.
“amma daldın be koçum” dedi yalçın.
“bak sana söyleyeyim, o kadar dalarsan boğulur da, anlamazsın bile ” diyen naim’di, dalga geçercesine.
bir gözü artık iyice kapanan sait, fitiline kadar içtiği sigardan kalan izmariti bir fiskeyle kayaların arasına attı.
“elleşmeyin çocukla” dedi birol.
“bunlar suyunu çekti, hadi sen nevale kap gel karam” dedi yalçın’a, “elini bol tut ama… misafirimiz var bu akşam.”
fırladı yalçın banktan. “fıstık da alayım mı, ha candaş” diye sordu yaylanan bacaklarını zapt etmeye çalışırken. gözleri parlıyordu.
“ayıpsın karam… gönlünün çektiğini ayarla işte… hepsi de benden” dedi birol, cebinden çıkardığı buruşuk paraları yalçın’a verdi.
yalçın yavaş akan trafiğin arasından mal bulmuş mağribi gibi karşıya geçerken
“biz de şu kayalara doğru uzanalım mı ha candaş… dördümüzü taşımaz bu siktirik bank” dedi naim. birol elindeki bira kutusunu dipleyip ayağa kalktı.
“uzanalım valla, hiçbir yere sığamıyoruz artık” dedi, elini sait’e uzattı…
“hadi sen de kalk artık şu tüneğinden cihan peşrevi.”
sait, tek gözüyle önce birol’un yüzüne sonra da tertemiz eline baktı… tuttu… zonklaması artan bedeniyle ayağa kalkmaya çalıştı… naim atıldı, sol tarafından koltukladı sait’i.
suya batan güneşten kalan bulutlar upuzun bir çığlık gibi renkten renge geçiyordu.