“Kaç gecedir aynı rüyayı görüyorum. Aynı kara gözler şefkatle bakıyor bana. Sonra bir şeyler söylüyor. Anlamıyorum. Tuhaf, bilmediğim bir dil konuşuyor. Ben elini tutmaya çalışırken kayboluyor karanlığın içinde. Uyanıyorum, kalbim küt küt çarpıyor.”
Munise mendiliyle yellendi, memelerinin arasını sildi. Kısa nefesler almaya devam etti. Gözleri torunundan yardım istiyordu. Kız walkmaninin kulaklıklarını çıkartıp yanına oturdu.
“Yine tansiyon ilacını almayı mı unuttun anane? ”
“İlaçtan değil, bu kapıcı kömürü bedava sanıyor. Nisan ayında kalorifer mi yanar!”
Ebru hafifçe pencereyi araladı.
“Buyur.”
Munise çenesini kaldırıp boynunu içeri giren serin rüzgâra verdi.
“Memleket çağırıyor beni.”
Yutkundu. Koltuğunun oymalı kolçaklarına tutundu.
“Benimle gelsen diyorum.”
“Anane ne alaka ya?!”
“O istediğin manasız şeyin adı neydi?”
“Hangisi?”
“Bacağa giyilen?”
“Füzo mu?”
“Evet, ondan alırım bir tane. Üstüne de kayık yaka bluz.”
“Bluz değil, t-shirt.”
“Her neyse geliyor musun?”
“Of, anane ya!”
Balat’tan kalkan Aksakal Turizm’in otobüsü Adapazarı çıkışında mola verdiğinde Munise inmek istemedi. Çantasına sıkı sıkıya sarılıp bekledi. Ebru birkaç dakika sonra yanına geldi. Kulaklığını indirip elindeki soğuk su şişesini uzattı.
“Annemler ?”
“Merak etme, yarın yemin töreninde yanlarında olacağız. Ruhları bile duymaz.”
İnebolu’ya vardıklarında güneş batmak üzereydi. Ebru soran gözlerle ananesine baktı.
“Önce bir otele gitmeye ne dersin?”
“Hayır, ben bir an önce sahile gitmek istiyorum.”
“Sonra bir şeyler yiyelim ama…”
Taksici onları derenin kenarında bıraktı. Munise iner inmez çevresine bakınıp nerede olduğunu anlamaya çalıştı. Gözleri kumsal boyunca dikilmiş, koca koca apartmanların arasından tanıdık bir ev arıyordu.
“İyi misin anane?”
“İyiyim, iyiyim… Böyle beklemiyordum.”
“Boşuna mı geldik yani?”
“Hayır, hayır. Bunu yıllar önce yapmalıydım. Eleni’nin rüyama girmesini beklemem gerekmiyordu.”
Munise ayakları kumda bata çıka birkaç adım attı. Geri döndü, dereyle olan mesafesini ölçmeye çalıştı. Sahilde kimse yoktu. Bulutlar ufukta bir yerlerde toplanmaya başlamıştı. Kumların arasında tek başına duran kayanın kenarına oturdu.
“Buralarda bir yerlerdeydi ama çıkartamıyorum.”
Ebru kulaklığının tekini kaldırdı. “Ne arıyorsun ki?”
“İskele… Tahta iskele.”
“Ayaklarım şişti.”
Ebru yanına geldi, yere oturup ayakkabılarını çıkardı. Munise elini torunun omzuna koydu.
“Suya girmeyeceksin değil mi?”
“Anane ya, sen sudan korkuyorsun diye ben de uzak duracak değilim herhalde.”
“Haklısın, soğuk su ayaklarına iyi gelir.”
Ebru çoktan paçalarını yukarı sıvamıştı.
“Hadi gelsene!”
Cevabını beklemeden arkasını döndü. Dinlediği müziğe uygun sallanmaya başladı.
Munise bir süre ne yapacağını bilemedi, en sonunda ten rengi kalın çoraplarını çıkardı, ayakkabılarının içine soktu. İlk adımını attığında sendeledi. Ebru onu görünce kulaklığı boynuna indirdi. “Hadi anane, süpersin!”
“Babam başıma bir şey gelecek diye endişelenirdi. Kızım evden uzaklaşma, tek başına sokaklarda dolaşma…” Kendi kendine güldü. “Dinleyen kim. Çocuk aklı işte, ne anlar savaştan barıştan. O gider gitmez kendimi sokaklara atardım.”
Ebru yanına geldi, elini tuttu.
“Bana benziyormuşsun be anane!”
“Tam tersi olmasın.”
Gülüştüler, ilk kez bu kadar yakın hissediyorlardı birbirlerine. Birlikte birkaç adım daha attılar. Munise’nin gözleri uzaklara daldı. Kendi kendine konuşur gibi devam etti.
“O sabah da kendimi yine sahile atmıştım. Böyle karanlık bir gündü. Kumsalda tütün kutusu toplardım. Arkadaşlarım gibi gavur askerlerinden ganimet demesem de severdim yabancı yazılı eşyaları. Evin altındaki eski kömür kovasında biriktirirdim. İşte o sabah, kırmızı teneke bir kutu bulunca sevinçle bu tarafa geçtim. Eskiden kimse Türk, Rum diye ayırmazdı birbirini. Hepimiz buralıydık işte. Gurur duyardık kasabamızla. Ama sonra askerler geldi, dere kenarı sınır oldu. Bir yanı başka memleket, öteki bambaşka…”
Ebru ellerini kendine doğru çekerek suya iyice yaklaşmasına yardım etti. Anneannesi gözlerine bakarak konuşsa da ses tonu zihninin uzaklarda olduğunu söylüyordu.
“Annem artık Dimitri Amca’nın dükkânının önünden geçerken başını öte yana çevirir olmuştu. Kırk yıllık dostlar nadiren karşılaşıyordu çarşıda, o nadir anlarda da selam vermeden geçip giderlerdi. Barış, yalnızca silahların susması değil, kalplerin konuşmaya devam etmesidir derdi rahmetli annem. Sonradan anladım ne demek istediğini.”
Ebru topuklarına değen dalgayla irkilmesine rağmen hiç belli etmedi. Su soğuktu, birkaç saniye sonra alışmıştı bile. Gülümseyerek anneannesini izledi.
“Bir tek Eleni Abla… O herkes gibi değildi. Annemle denk geldiklerinde hâlâ selamlaşır, eğer sepetinde portakal varsa mutlaka bana da bir tane verirdi.”
Munise sol elini bırakıp kıyıya yakın bir noktayı işaret etti. Yüzü her zamankinden daha ciddi görünüyordu.
“İşte o sabah onu iskelenin ucunda görünce heyecanlandım. Bulduğum kırmızı tütün kutusunu ona göstermek istedim. Ama iskelenin ucunda başka birinin daha olduğunu fark edince saklandım. Ahmet Abiymiş meğer. Kaptan Ahmet… İskele bacaklarının arasında sindim, çocuk aklımla kulak kesildim.”
Ebru serbest kalan eliyle walkmanini susturdu. Ayaklarıyla suyun içinde kumu yokladı. Küçük adımlarla aralarındaki mesafeyi arttırdı. Munise farkında olmadan küçük adımlarla suya doğru ilerliyordu.
“Eleni başındaki kara örtüyü çıkarıp Ahmet’e uzattı. Gözleri doluydu.”
Munise aniden Rum aksanıyla konuşmaya başladı. “Dayanamıyorum artık dedi. Anlamıyorum da. Anlamak istediğimi de sanmıyorum.” Ebru onu ilk kez böyle taklit yaparken görüyordu. Normalde çoktan kahkahayı basardı ama bu kez farklı olan bir şeyler vardı. Bozmak istemedi.
“Ah, Eleni… Aşkın dini, milleti, dili olur mu? Kalp sevdiyse eğer, göz kör olur, kulak sağır. Ahmet almak istemedi örtüyü. Eleni’nin omuzundan tuttu, gözlerinin içine baktı. Vatan bizden hizmet bekliyor be güzelim.”
Ebru yavaşça ellerini bıraktı. Onu denizle baş başa bırakmaya karar verdi. Yine küçük adımlarla yana çekildi. Munise’nin ayakları kumun kırıldığı o yüksekliğe kadar ilerlemişti. Ufuktaki bulutlara bakarak anlatmaya devam etti.
“Eleni geri çekti elini. Dudakları titriyordu.” Yeniden Rum aksanına döndü. “Eskiden ikimiz de aynı vatanın evlatlarıydık dedi. Şimdi nasıl oldu da senin vatanın bana düşman kesildi? Ahmet iç çekti.”
Ebru onun ilkokul çocuklarına benzediğini düşündü. Munise sesini kalınlaştırdı, kaşlarını çattı.
“Köylerde cirit atıyor Yunan askerleri. Türklere yapılan mezalim ortada. Bu işin vicdanı kalmadı artık.”
Birden elleri yanına düştü, omuzları çöktü, başı yana eğildi. Kendi sesiyle devam etti.
“Keşke o an çıkıp ikisine de sarılsaydım. Kaçın diyeydim, sevin birbirinizi. Aşk kolay bulunmuyor, gidin buralardan! Ama diyemedim. Sadece dinledim, yutkundum. Boğazıma bir düğüm geldi yerleşti. O gün bugün susarım.”
Ebru yeniden elini tutup denize ilerlemesini sağlamaya çalıştı. Bu kadar yaklaştığı daha önce hiç olmamıştı. Çekinerek sordu.
“Sonra ne oldu, anane?”
“Eleni başını eğip örtüsünü tekrar bağladı. Üzgündü.”
İfadesi çocuklaştı, artık iyice kaybolmuştu hikâyesinin içinde. Eleni’nin konuşmasını Rum aksanıyla, Ahmet’in cevaplarını sesini kalınlaştırarak canlandırdı.
“Babam her gece beni sorguya çekiyor artık. İngilizler öğrenmiş mühimmatın buradan Ankara’ya ulaştığını. Şüpheleniyorlar hepinizden.”
“Biliyorum Elenim. Dün gece de bizim peşimize takıldılar. Cide’ye yöneldim, izimi çok zor kaybettirdim.”
“Çok üzgünüm Ahmet. Bütün olanlar için çok üzgünüm.”
Munise torununun eline sıkı sıkı sarıldı. Bilinci farkında olmasa da ayakları suya değmemek için direniyordu. Ebru bekledi. Uzun bir aranın ardından Munise kendi sesine döndü. Çocuksu havası gitmiş, yaşlı bir kadın sesi geri gelmişti.
“Ben iskeleye bacağına yapışmış yosunlar misali öylece kaldım. Eleni geçerken neredeyse üzerimden geçecekti ama görmedi beni. Ahmet teknesine bindi. Bir anda bastıran yağmurla koşarak eve döndüm. Anneme anlatmak istedim ama evde büyük bir telaş vardı. Dayımdan telgraf gelmiş: Padişah meclisi lağvetmiş, o da vapura atlayıp dönüyormuş. Herkes hummalı bir hazırlığın içindeydi. Bir daha konusunu bile açamadım.”
Ebru havanın bozmaya başladığını görebiliyordu. Islak bir rüzgâr çıkmıştı bir yerlerden. Hayatı boyunca kaç kez denedikleri, bir türlü aşamadıkları o çizgiye dokunmalarına çok az kalmıştı. Güçlü bir dalga gelse değecekti suya.
“Eleni’yi tekrar gördün mü?”
Munise duymuyordu. Kendi kendine konuşmaya devam etti.
“Bir hafta sonra öğrendim olanları. Annem dayıma anlatıyordu. Ahmet Kaptan İngilizlere yakalanmış. Mühimmatı ele geçireceklerini anlayınca, teknesini havaya uçurmuş. Yirmi İngiliz askeri ölmüş ama kendisi de şehit düşmüş. İçimde tuhaf bir sızı yükseldi. Eleni geldi aklıma.”
Ebru beklemediği bu son karşısında duygulandı, gözünün kenarından bir yaşın akıvermesine şaşırdı ama silmedi. Daha güçlü sarıldı anneannesinin eline.
“Hemen iskelenin yolunu tuttum. Oradaydı. Gözleri denizdeydi. Beni görünce gülümsedi. Kara başörtüsünü bana uzattı. Bir dahaki sefere, daha güzel bir dünyada buluşmak dileğiyle, yavrucuğum dedi. Alnıma bir öpücük kondurdu. Sesindeki kederi, aksanındaki tatlılığı hiç unutamadım. Yavruzugum deyişini…”
Ebru anneannesinin de ağladığını o zaman fark etti.
“Keşke silebilseydim Eleni’nin gözyaşını o gün. Keşke Ahmet Kaptan’a ben sarılsaydım onun yerine, gitme diyebilseydim. İki gencecik insan gözlerimin önünde kayboldular bu sularda.”
Ebru şaşkındı. Olayların buraya varacağını tahmin etmemişti. Yaşlıların imkânsız aşk hikâyelerinden birine dönüşmesini bekliyordu. Elini çekti.
“Nasıl yani?”
Munise başını çevirdi. “Bana çantamı getirir misin lütfen?”
Ebru şaşkın, elini bırakıp kayaya seğirtti. Hızlıca çantayı uzattı. Munise çantadan siyah bir örtü çıkardı. Başına takıp çenesinin altından bağladı. Çarpık baş parmakları, ezilmiş küçük parmakları suya değdiğinde gözünden düşen yaşlar da Karadeniz’in suyuna karışıyordu.
“Ah, Eleni Mavrommattis… Siz kavuştunuz denizlerde. Bize düşen ceza da, yaşamakmış meğer suçun ağırlığıyla.”
Ebru anneannesinin elini çekiştirdi kendine doğru. “Anane, ne suçu ya! Sen suçlu falan değilsin. Hayat bu işte. Savaş olur, birileri ölür.”
“İnsan olmanın suçu kızım… Ses çıkarmamanın suçu…”
“Hadi toparlan. Çok acıktım ben.”
Ertesi gün yemin töreninde askerler ayaklarını yere vurarak önlerinden geçiyor, Munise kara baş örtüsüyle kızının ve torununun yanında oturuyordu.
“Vatan… sa-na… ca-nım feda olsun! Vatan… sa-na… ca-nım feda olsun!”
Ebru’nun arada çığlık atıp el sallamasına rağmen Munise hangisinin Selim olduğunu bir türlü çıkaramadı. Üniforma giymiş erkekler birbirine çok benziyordu.