Ey, spil dağı’nın köylü prensesi niobe!
kral tantalos’un kızısın diye, sanma kendini bu toprakların sahibi.
unutma ki, kocan troas’lı, sen de bir yabancıyla evlisin aslında.
iç güveysi almasaydın sünepe amphion’u,
yaban olurdun benim gibi, başkasının ülkesinde.
kraliçe tacı taktın diye başına, üstünlük taslama insanlara.
sen de sıradan bir fanisin işte!
gerçek bir köylü olduğun için tutamadın kendini,
deniz gözlü artemis’imin tavşanları gibi üredin.
on dört çocuk yaptın bir nefeste.
daha da kötüsü, bununla övünmeye kalktın.
söylediklerin geldi kulağıma, ışıktan saklanamaz hiçbir şey, unutma.
yok, evli adamdan doğan çocuklar lanetlenirmiş.
yok, hera’nın gazabı gittiğim her yerde beni takip edermiş.
onca doğurdun diye yerme beni!
ve asla, kadınlığı çocuk doğurmak sanma!
xanthos ırmağı benim vatanım, likya benim evim.
başka bir ülkeden gelmiş olabilirim, ama burada doğurdum evlatlarımı.
şu kayanın altından kaynayan, pırıltılı sularla yıkandı benim kızım
ve burada kutsandı dokuz gün sonra doğan ikinci evladım.
faniler kurtlar ülkesi demiş buraya.
karanlıktı benden önce bu topraklar.
kurtlar karanlığı sever, dokuzlu takım halinde gezer onlar.
insanlarsa çekinir karanlıktan,
hele aniden karşılarına çıkan kurt sürülerinden ödleri kopar.
sonsuz gecenin orta yerinde gözlerimi açtığımda ürkmedim ben.
biliyordum kız kardeşim yıldızın ülkesindeydim.
söylemişti bana kurtların eşlik edeceğini, körleşen gözlerimin yerine.
poseidon’a yalvarınca o, kasırgalar sürükledi beni buraya.
uyandığımda buldum kendimi bu pınarın başında.
ışık benim adım.
ne yazık ki, bir günah yüzünden kovuldum,
tanrıların yaşadığı o gecesi olmayan tepeden.
gencecik bir kızdım, toydum.
hoşlandığımı sandım o bin yaşındaki ihtiyardan.
uzun sakalları, geniş omuzları ve şeytani gözleri vardı.
elindeki asayla gürültülü şimşekler çaktırdı.
faniler korktukça yeryüzünde, şen kahkahalar attı,
nektarlar devirdi birbiri ardına.
büyülenmiştim, aslında kaba saba ama hayat dolu bir erkekti.
mümkün mü etkilenmemek en güçlü tanrıdan.
babam koios da bir tanrıdır ama sessiz bir adamdır.
aklı temsil eder o, bilginin bekçisidir.
bilgelik zarafetle gelir derdi, evimizde her zaman sükunet egemendi.
hâlâ karıkoca çıt çıkarmadan yaşıyor olmalılar olympos dağı’nın eteğinde.
babam kitaplarının arasında geçirdi zamanını, annemin gözü hep aynalarda.
ayın on dördü gibi güzel bir kadın, hep uzaktan baktı bize.
belki de bu yüzden etkilendim zeus’un abartılı varoluşundan.
o kadar yüksek sesle konuşuyordu ki, hayır diyemedim, sustum sadece.
oysa hayal ettiğim gibi değildi hiçbir şey.
aydınlıklar ortasında ışık olmanın silikliği vardı üzerimde.
sunmadım ona kadınlığımı ama sesimi de çıkarmadım.
bekledim öylece, her zaman yaptığım gibi.
şaşırdım gecikince mevsimlik çiçeklerim.
kimse söylememişti böyle olacağını.
anlatmıyordu bunları babamın her şeyi bilen kitapları.
annemin işi gücü parlamaktı geceleri, görmedi bendeki eksikliği.
kendince ayarladığı saatlerde fanilerin dünyasına iner,
yorgun argın dönerdi nice zaman sonra.
hep unuttu benim varlığımı.
ablam asteria, ona inat gece tanrıçası ilan etti kendini.
kardeşim hekate, herkesin korkulu rüyası.
ben…
unutulmuş bir ışık, kayıptım iyiden iyiye.
annem hamileliğimi de dert etmedi önceleri.
söyleyince zeus olduğunu çocuğumun babasının, telaşlandı.
kristal küpelerinden birini düşürdü yere.
kösele sandaletleriyle bastı yıldızlar misali parlayan taşların üzerine.
sonra mermer beyazı parmaklarıyla kapıyı işaret etti.
sesi daha önce hiç bu kadar kararlı değildi.
vakit kaybetmeden, o dakika, evden gitmemi istedi.
o zaman anladım evli adamdan hamile kalmanın ne demek olduğunu.
adamlar ekip gidiyor tohumlarını.
içinde kendilerinin gizlendiği o zardan torbaları
bahçıvan misali dikkatsizce gömüyorlar toprağımıza.
elleri hoyrat, duygusuz hareketleri…
bundan sonrası toprağa kalıyordu, o sorumluydu bağrına düşen tohumdan.
sormaz toprak, sorgulamaz.
hazırdır kendini feda etmeye yerine getirmek için ezeli görevini.
doğurma yeteneğinin en büyük lanet ve
en güzel ödül olduğunu söylerdi annem.
“kadın,” derdi, “öldürmeyi, yok etmeyi bilmez.
o yaşatmak, yetiştirmek için tasarlanmıştır.
erkeklere benzemez, zekidir.
ayrıca zekasıyla hislerini yönetmeyi de bilir.”
benim annem değildi bu duygusuz canavar.
ilgisizdi bize karşı, belki de umurunda değildik
ama gözlerinden nefret fışkıran bu kadını tanımıyordum.
yine de kabullendim, haklıdır dedim.
hera’nın gazabını üstüme çekmiştim bir kere.
annem haklıydı. büyük olurmuş evli kadınların gazabı.
zeus’un karısı duyar duymaz çılgına döndü,
lanetledi rahmimde yeşermeye başlayan yavrumu.
haykırdı bulutların üzerinden:
“kirletme bu kutsal toprakları günahkâr topuklarınla.
hiç güneş doğmayan bir ülke bul kendine.
git orada doğur piçini!”
terk ettim o saat, hiçbir zaman ait olmadığım evimi…
aileden, yuvadan uzak kalmak dokunmadı bana.
ışıksız bir ülke bulmalıydım, gündüzü hiç olmayan, hep karanlıkta.
evinden dışarı adım atmamış yeni yetme bir tanrıça için ne zor bir ödev!
günlerce dolaştım ormanda, ışığımı gören hayvanlar yardım etti.
sonunda acıdı ablam asteria. “benim ülkeme gel,” dedi.
“benim parlamam için annem bir kumru kanadı gerdi,
boydan boya benim topraklarıma.”
böylece buldum kendimi ablamın gündüzü olmayan ülkesinde.
karanlığı seven kurtlar yurt edinmişlerdi buraları.
anakurt’un sesiyle konuştu benimle ablam.
kayalığa yöneltti beni. kutsal kaynaktan su içmemi istedi.
yıldız tozları dolanıyordu suyun içinde.
karanlıkta parlıyorlardı annemin küpeleri gibi.
tam bırakacakken yorgun bedenimi küçük göle
insanlar çıkageldi karanlığın içinden.
duymuşlardı zeus’tan hamile olduğumu.
dedikoducu hermes yetiştirmişti besbelli
yuva yaptığım bu kaya oyuğundan kovmaya kalktılar beni.
saldırdılar sopalarla, bağırdılar yüzüme hera’nın öğrettiği sözleri:
“git burdan! yıkama günah ürünü çocuklarını bu sularda,
kirletme pınarımızı.”
işte orada doğdu tanrıça leto,
o silik kız ilahi bir ateşle parlamaya başladı aniden.
ışıklar aydınlattı asteria’nın karanlık ülkesini.
aydınlandı dünya, bir güneş doğdu nerden geldiği bilinmeyen.
ablam bana teslim etti topraklarını.
kurtlar ülkesi lukka, ışığın ülkesi likya oldu.
değişen sadece adı, havası değildi likya’nın,
hoşgörüsüz ahalisi de aldılar payını tanrıça leto’nun öfkesinden.
Kaplumbağaya dönüştü hera’nın gönderdiği faniler birer birer.
sırtlarına kaya desenli kabuklar koydum,
pınarın kaynadığı yarığın izine benzer çizgiler yerleştirdim
yüzlerinin tam orta yerine…
önce kızımı doğdu. oğlum olmasını bekliyordum aslında.
bir erkeğin yardımına ihtiyacım vardı, yapayalnızdım.
babam gibi olmasın diye dilekler diledim kutsal suya.
güçlü bir erkek evlat istedim, bu kaya kuytusunu eve çevirmek için,
birlikte avlanıp beslenmek için.
hiç söndürmediğim ateşimin dinlenmiş külleriyle temizleyince gürbüz bedenini
o zaman fark ettim, bir kız evlat doğurduğumu.
artemis adını verdim ona.
zeus’un piç kızı diye sızlanmadım, ilenmedim sancı çekerken
etlerim yarılırken acıdan gülümsedim
kendimden bir parça yaratmanın zevki vardı içimde.
“güçlü ol kızım diye fısıldadım kulağına. ben varım arkanda.”
baygın düşmüşüm.
anakurt göründü rüyamda. içimde bir bebeğin daha olduğunu söyledi.
“dokuzuncu gün kutludur,” dedi, sabretmemi istedi.
dokuz gün boyunca artemis’im baktı bana.
sesimi çıkarmadan bekledim çimenlerin üzerinde.
güneşin keyfini çıkardım, bu kez erkek evlat diye tutturmadım
bıraktım kendimi kader tanrıçası tike’nin ellerine.
sonunda doğdu oğlum, annem gibi ay yüzlü bir oğlan.
sardım onu yeni gövermiş otlarla.
uzun siyah saçlarını taradım kaplumbağa kabuklarıyla
apollon dedim adına.
ikisi de büyüdüler kısa sürede.
artemis hayvanları seviyor, benim gibi kurtlarla konuşuyor o da.
otlardan iksir yapmayı onlardan öğrendi.
arılar onu sokmuyor, ceylanlar her zaman peşinde.
parslar kuzu kesiliyor onun elini enselerinde hissedince.
apollon da iyi bir okçu ama onun güzelliği müziğinde.
lir çalar bütün gün, gözleri yarı açık, düşünür saatlerce.
belki de onu beklerken dokuz gün çağırdığım ezgilerdendir,
su perilerinin şarkılarıyla büyüdü o.
babası gibi güçlü, benim gibi sezgindir.
dokuz günün sonunda
ikisi de avlanmaya başladı xanthos nehrinin kenarında.
hiçbir faninin ulaşamadığı uzaklara gitti okları.
kısa zamanda her yana yayıldı şöhreti aydınlanan topraklarımızın.
akın akın insanlar gelmeye başladı yanımıza.
adaklar adadılar bize,
çirkin kaplumbağaların üstüne üstüne basarak geçtiler ırmaktan.
kimi olmayan çocuğu için dilekte bulundu,
kimi hasadı bol olsun diye başaklar bıraktı kapımıza.
el ele verdik, çok çalıştık, bütün gücümüzü kullandık.
yağmurlar yağdırdık hera’ya inat.
zaferler kazandırdık likyalılara,
her ne kadar athena kaybetmemiz için elinden geleni yapsa da.
üç barınak inşa ettiler bize insanlar.
üç ahşap ev, birbirinin içine geçen çivisiz kalaslarla yükselen üç güzel tapınak.
mutluydum çocuklarımla.
artemis bütün gün kragos dağlarında avlanıyor,
bir o kadarını da peşi sıra eve getiriyordu.
omuzları babasınınkiler gibi geniş,
elleri bir erkeğinki gibi büyük.
geceleri evlerimizden birinde buluşur
keyifle onun getirdiği avları pişirirdik.
apollon da çok iyi bir okçu olmuştu.
ama zorunda kalmadıkça avlanmıyor,
pınarın kenarındaki söğütlerden birinin altında
lir çalıyordu gün batasıya.
tuhaf bir üçlü olsak da çalışkan ve iyi niyetliydik
fanilerin mutluluğu bizi de neşelendiriyordu.
bir süre sonra ünümüz likya dışına taştı.
komşu karya’dan, uzaktaki iyonya’dan gelenler vardı.
hac merkeziydi artık evimiz.
her baharda kafilelerle geliyordu insanlar.
hasadının bol olmasını isteyenler, iyi bir koca dileyenler,
karısının ilgisini bekleyenler akın akın geldiler kapımıza.
oyunlar oynandı tiyatroda, kutsal pınardan sular içildi.
kimileri testilerle götürdüler suyumuzu uzak ülkelere.
dileği olan geliyordu letoon’a.
çıtkırıldım kraliçe niobe’ye bile ulaşmıştı şöhretimiz.
dayanamadı köylü kızı,
aldı ön dört çocuğunu kolunun altına,
on beş arabayla geldi niobe yanımıza.
diğerleri çıplak ayakla aşarken dağları, nehirleri
haspam cilalı arabalarla kat etmişti yolları.
elinde şemsiyesiyle yürüdü, salına salına geçti anıtsal kapıdan.
arkasında on dört görgüsüz ergen.
yedi çirkin kız, yedi sarsak oğlan!
“birbirini seven insanların çocuklarını güzel yapmalı,” derdi annem.
“hiç olmazsa bir tane ödülü olsun aşk denilen o saçmalığın.”
çocukları gibi kendisi de çirkindi niobe’nin. hele o yürüyüşü yok mu!
bir tanrıça gibi sandallarının ucunda yürümeye çalışırken
sudan çıkmış bir kuğu gibi paytak paytak basan ayakları…
artık kozlarımızı paylaşma zamanı geldi, köylü kızı niobe!
sadece iki çocuk doğurdum diye aşağılamalarını sineye çekebilirdim.
piç doğurdum diye kullandığın sıfatları kulak arkası yapabilirdim.
ama değil mi ki, evlatlarıma kötü söz ettin, ipini kendi ellerinle çektin.
biri kadın gibi erkek, diğeri erkek gibi kadınmış.
sadece sana benzemedikleri için onları aşağılayamazsın,
senin gibi olmayanı tuhaf diye damgalayamazsın!
bir de evimizin önünden geçerken onların ölmesini diledin ya,
dillendirmesen de başkalarına, geçirdin ya içinden
artık geri dönüşü yok bu gidişin.
parayla, izdivaçla tanrıça olunmuyor, bunu böyle bilesin.
senin zenginliğin spilos’taki üç beş çulsuza söker,
paraya tapan ahmaklar vardır her ülkede,
gerçek bir ilah olmak için insanları görmelisin her şeyden önce.
hissetmeli acılarını, onlar için çaba sarfetmelisin.
başına gelen onca şeye rağmen kainatı sevmek gerek,
gerçekten kendini sevmek gerek önce.
bunların hepsini öğreteceğim sana, sahte tanrıça!
o beğenmediğin iki evladım katledecekler çocuklarını yedişer okla.
kız gibi dediğin apollon’um tek atışta hakkından gelecek oğullarının.
kızlarınsa artemis’in oklarıyla ölecek oracıkta!
ve sen kibirli niobe, öğreneceksin basit bir insan olmayı.
gözünden kanlı yaşlar dökerken, yolarken saçlarını
hep hatırla bu sözümü:
hayat başlar acılarla.