ZAMAN GİBİ NE BAŞI VAR HAYATIN NE SONU

 

Buones Aires’de doğup (1899) büyümüş, çocukluğu, köşeyi dönünce karşısına çıkan bıçakların ve gitarların Palermo’sunda, Palermo mahallesinin öteki yüzünde geçmiş bir yazı adamı, Latin Amerika ve dünya edebiyatının önde gelen isimlerinden, şair, öykü ve deneme yazarı Jorge Luis Borges’in, son öykü kitabı Kum Kitabındaki öykülerinden birkaçını tanıtmak ve Borges öykücülüğünden söz etmek istiyorum bu fanzin diliminde.

Borges, çok sayıda yazarın üslubunu, tekniğini ve edebiyat hakkındaki düşüncelerini neredeyse tek başına değiştiren, eserleriyle çağımıza damgasını vuran bir şair, öykü ve deneme yazarı. İspanyolca’dan Yıldız Ersoy Canpolat çevrisiyle İletişim Yayınları’ndan çıkan son öykü kitabı Kum Kitabı’nı 1975’de yazmış Borges. Daha doğrusu, Brodie Raporu adlı öykü kitabında olduğu gibi, Kum Kitabı’ndaki öyküleri de tümüyle kafasında oluşturup, sekreteri  Maria Kodama’ya dikte ettirmiş. Bu kitapların yazıldığı yıllarda artık neredeyse tümüyle kör olduğunu öğreniyoruz arka kapaktaki tanıtım yazısından.

Otobiyografik öğelerin ağır bastığı kitaptaki öyküler, hem alabildiğine fantastik, hem de “gelip geçen olaylar üstüne derin düşünceler” havası taşıyor. Örneğin kitaba adını da veren “Kum Kitabı” adlı öyküsünde, bu derin fantastik havayı soluyoruz alabildiğine. Sayısız ve sonsuz sayfası olan akıl almaz bir nesne, bir kitap, öykünün konusunu oluşturuyor ve  şöyle diyor anlatıcı (ya da Borges’in ta kendisi…): “Kitabın adının kum kitabı olduğunu söyledi bana, çünkü kitabın da kumun da ne başı var ne sonu…” Bu “büyülü” kitapta, ne kaldığınız noktayı işaretlemeniz, ne de baştan sona okumanız mümkün. Az önce okuduğunuz sayfayı, az sonra bir kez daha okumak isteseniz, farklı bir noktada (ya da farklı bir düzlemde de diyebiliriz) olacaksınızdır çünkü… Asla birinci ya da sonuncu sayfasını açmanız da mümkün değil. İlk sayfaya ulaşmaya çalıştığınızda kitabın kapağıyla ilk sayfası arasında sürekli yeni sayfalar belirir. Son sayfayı bulmaya çalışırken de benzer bir durum yaşarsınız. “Kum Kitabı”, sonsuzluğun somutlaşmış halidir adeta. Aynen somut varlığımızın, adına uzay denen sonsuz boşlukta, bu sonsuzluğun içinde yerini ya da değişmezliğini kanıtlayamayacağımız herhangi bir noktasında, o zaman diliminde yer alması gibi… Başka bir zaman diliminde, başka bir ‘an’da, bambaşka bir noktada da var olabileceğimiz düşüncesine de sürüklercesine.

1975’de yazdığı bu son öykü kitabında yer alan öykülerin, otobiyografik ve felsefi  ayrıntılar taşımasının yanı sıra, alabildiğine fantastik olması Borges öykücülüğünün bir özelliği. Cambridge’deki kendi gençliğiyle karşılaşması ve hayatını sorgulaması temalı “Öteki” isimli öyküsü de bu özellikleri taşıyor ve derin düşüncelere sevk ediyor okuru. Kişiyi aynı anda hem “seyirci” hem de “eylemli” kılarken, okurun, konuşanların hem iki ayrı kişi olduğunu düşünmesi hem de tek bir kişi olduğunu hissetmesi için yeterince “farklı” ve yeterince “benzer” bir “öteki benlik” yaratmış bu öyküsünde Borges.

Borges öykücülüğünün bir diğer özelliği de sembolik bir anlatımla geçmiş zamanı güncele bağlaması. Borges öykülerinde zaman, tarih, bellek, inanç, kuşku, kahramanlık, korkaklık, sadakat, ihanet temaları; metaforların, ironilerin, göndermelerin arasında kendine her zaman bir yer buluyor. Eleştirmenler tarafından “edebi bir hayatın imzası” olarak görülen Borges’in son kitabı Kum Kitabı’nda yer alan “Ulrike” adlı öyküsü de bu özellikleri taşıyor. “Ulrike”de Borges öykücülüğünde pek rastlamadığımız bir tema daha var: Aşk. Ancak buradaki aşk, daha çok bir sembol olarak kullanılmış. Kitabın “Son Deyiş” bölümünde Borges de bunun altını çizmiş şu ifadesiyle: “Aşk teması şiirlerimde genellikle sık geçer ama düzyazılarımda değil; ‘Ulrike’ den başka bir örneği yok. Okur, ‘Öteki’ ile arasındaki yakın bağı farkedecektir.”

Borges bu öyküsünde, çağlar öncesi bir destanın, Volsunga Saga Destanı’nın şablonlarını, yapı taşlarını günümüze yerleştirerek fantastik bir arketip oluşturmuş. Bu öyküdeki sembolik anlatımı daha iyi kavrayabilmek için, destana kısaca bir göz atmakta yarar var:

Destanda, Sigurd adlı bir kahraman, ünlü kılıcı “Gram”la toplumun başına bela olan korkunç bir ejdarhayı öldürür ve savaşçı-kadın Brynhilde’la evlenmeye hak kazanır. Ancak, şatosu alevlerle çevrili olan Brynhilde’ın bir şartı vardır: Alevleri aşma cesaretini gösterecek olan erkekle evlenecektir.

Ülkenin kraliçesi ise, evlenmek üzere olan Sigurd’un gönlünü çeler. Sigurd kendi kılıcını kraliçenin erkek kardeşi Gunnar’a vererek kendi cesaretini onun bedenine yerleştirir. Gunnar alevleri geçer ve savaşçı-kadınla evlenir. Ama tezgâhı anlayan Brynhilde, birleşme gecesi Sigurd’un kılıcı Gram’ı, ikisinin arasına koyar. Destan, hem Sigurd’un, hem de Brynhilde’ın ölümüyle son bulur.

Borges, “Ulrike”nin en başında  – ipucu niyetine olsa gerek- Volsunga Saga destanından bir dizeyi alıntılayarak “Kılıcı Gram’ı aldı ve çıplak olarak ikisinin arasına yerleştirdi” dizesini epigraf olarak kullanmış. Öyküde geçen; “yatakta, ikimizin arasında bir kılıç olmasını istiyormuş gibi yürüyorsun” cümlesiyle de bu kısa alıntıya gönderme yaptığını anlıyoruz.  Böylece epigraftaki kılıç simgesiyle, çağlar ötesi destanın kahramanları Sigurd ve Brynhilde, 1970 yılının York kentindeki âşıklara, Javier ve Ulrike’ye bağlanıyor.  Böylece, destan zamanıyla güncel zaman, Borges’in kaleminde birleşiyor.

Borges’in bu öyküsündeki Javier karakteri, Ulrike’yle aralarındaki aşkı şöyle anlatır: “İkimizin arasında kılıç yoktu. Zaman kum gibi akıyordu. Yüzlerce yıllık karanlıkta aşk aktı gitti ve ben ilk ve son kez, Ulrike’nin görüntüsüne sahip oldum.” Ve ister istemez, “Sevgili, zamanın içinden gelen bir hayal miydi yoksa?” sorusuyla baş başa bırakır bizi Borges…

Öte yandan Ulrike’ye sahip olma olgusu, bir başka göndermeyi de düşündürür gibi. İzlanda dilinde “kudretli” anlamına gelen “All-rikr” sözcüğüyle  “Ulrike” arasındaki ses benzerliği tesadüf olmasa gerek. Sanki, “kudretli” anlamına gelen “All-rikr” ile bugünün “Ulrike”si birleşerek, Borges’in kaleminde bir arketip oluşturmuş. Günümüzün Ulrike’sine âşık olan Javier, kadına sahip olduğunda, yüzyıllar öncesinden gelen tüm “All-rikr”lere de sahip olmakta… Bir yandan, bir hayale, bir görüntüye sahip olma tevazuunu gösterirken, öte yandan gücün, kudretin, çoşkunun, tutkunun sahipliğini de derinlerde bir yerde duyumsuyor sanki Borges’in bu öykü karakteri Javier (ya da Borges’in ta kendisi).

Kum Kitabı’ndaki bir diğer öyküsü “Kongre” de, zaman, tarih, bellek gibi alıştığımız temaların yanı sıra inanç ile kuşku, kahramanlık ile korkaklık, sadakat ile ihanet gibi karşıtlıklarla yüklü. Öte yandan Borges’in karşıtlıkları, birbirlerinin zıddı değil tamamlayıcısı olarak gördüğünü anlıyoruz, söyleşilerinden ve deneme yazılarından, hatta öykülerinden.

Bu öyküde Borges, görkemli  ve sonsuz evrenden sıradan bir dille söz ediyor. Buradaki amacının; büyülü, gizemli olanı fantastikle açıklamak değil, muhteşem olanın zaten sıradanın içinde barındığını anlatmak olduğunu anlıyoruz, onun, zıtlıkların birlikteliğini kullanma tarzından.

Yazar öykünün epigrafında Didorot’nun Kaderci Jaques ve Efendisi adlı eserinden bir alıntıyla başlıyor: Alıntı aynı zamanda “Kongre” öyküsünün bir özeti gibi.

“Devasa bir şatoya doğru yola koyuldular. Şatonun dış cephesinde şunlar yazılıydı: ‘Kimseye ait değilim ve herkese aitim. Siz içine girmeden de oradaydınız, çıktıktan sonra da orada olacaksınız.’  

“Kongre” adlı öyküsü, Borges’te aşina olduğumuz ironi, simgeler, sahte alçak gönüllülük, rakamlarla oyunlar, ansiklopedilerden bilinçli çalıntılar, eski  öykülerine göndermelerle yüklü sözsel oyunları kapsayan bir Borges manzumesi gibi.

Kum Kitabı on üç öykü içeriyor. Bu fanzin diliminde, bu öykülerin hepsinden söz etmem mümkün değil tabii ki. Ama burada yer veremediklerimin de en az yer verdiklerim kadar düşündürücü ve ilginç olduğunu söylemek isterim. Henüz Borges’le tanışmayanlar için Kum Kitabı iyi bir başlangıç olabilir. Borges sevenler içinse zaten keyifli bir yolculuk.

Herkese iyi okumalar diliyorum.

Kum Kitabı – Jorge Luis Borges
Çeviri: Yıldız Ersoy Canpolat
İletişim Yayınları, 12. baskı, İstanbul 2012, 107 sayfa