KÜÇÜK BURJUVA AÇMAZI
“Tuhaf” anlam olarak alışılmadık, şaşkınlık verici, garip, acayip ve gülünç olarak açıklanıyor TDK’da Türkçe sözlükte. Hatta günlük kullanımda deli, âsi, söz dinlemez, ele avuca sığmaz, fazla sorgulayan anlamında da kullanılabiliyor. Tabii bu “tuhaf “durumu neye karşı olduğuna, hangi tarafta durduğuna, neyi sorguladığına bağlı olarak yer ve anlam değiştirebiliyor. Leylâ Erbil de döneminin isyankâr, düzeni sorgulayan, alışılagelmiş edebiyat kurallarının dışına çıkan bir kadın yazar olarak tuhaf (!) bir kadın zaten. Kitabın adı Tuhaf Bir Kadın ve yazarı da Leylâ Erbil olunca, daha başlamadan biliyorsunuz hikâyenin ana karakterinin o günün standartlarına göre aykırı bir karakter olacağını. Hani biraz da otobiyografik mi acaba diye düşünmeden edemiyor insan. 1950’li yıllarda 19 yaşında olduğunu bildiğimiz Nermin’in, 1931 yılında doğmuş Leylâ Erbil’le aynı yaşta olması, Edebiyat Fakültesi öğrencisi olması ve Leylâ Erbil gibi denizci bir babaya sahip olması bu savı güçlendiriyor. Ayfer Tunç’un “Annelerin Dayanılmaz Ağırlığı”* başlıklı yazısından da ifade ettiği gibi hemen hemen tüm eserlerindeki anne karakterlerin benzerlik göstermesi de bu öngörüye destek veriyor.
Çok yönlü bir roman Tuhaf Bir Kadın. Hem sosyolojik, hem psikolojik hem edebi yönden okunabilir, incelemeler yapılabilir. Yan yana duran ve iç içe geçmiş birçok yan hikâyesiyle bir dönemi birçok açıdan anlatan bir dönem romanı. Karakterlerin birbirleriyle ilişkilerini, kendi iç dünyalarını bilinç akışı tekniği de kullanarak aktardığı bu romanda insan psikolojisinin gelgitli derin sularında da yüzüyor okur. Birbirinden ayrılmaz, birbirini etkileyen, birbirini devşiren bu iki olguyu son derece edebi bir dille anlatarak okuru o dönemin içine sokuyor. Bağımsız olarak dört ayrı öykü gibi de okunabilecek bölümler, her birinin yazım biçimi, anlatıcısı birbirinden farklı da olsa birbirini tamamlayarak o dönemin yani 1950’lerin alt yapısını ustalıkla okura aktarıyor.
Dönem Adnan Menderes dönemi. Cumhuriyet değerlerinin oturmaya başladığı, ancak hâlâ Osmanlı döneminde doğmuş ve o değerlerle yetişmiş neslin yaşadığı, anne-baba olduğu yıllar. İnönü’nün politikasıyla 2. Dünya Savaşı’na girmemiş Türkiye’nin, savaşa girmemiş olmasına rağmen yoksunluk çektiği yıllar. 1950’de başa geçen Menderes’in dışa dönük politikalarının, ithalatı serbest bırakarak ithalatın ikâme edildiği, dış yardımlarla ülke ekonomisini düzeltmekle birlikte ABD’yle yakınlığının etkilerinin görüldüğü yıllar. Hem ABD’de hem de Türkiye’de anti-komünist politikaların sürdüğü ve cadı avlarının yapıldığı yıllar. Bu çelişkiyi romanın ilk bölümü olan “Kız” bölümünde iyice görüyoruz. Evde dini bütün, konu komşunun ne diyecekleri üzerine hayatını kuran, kızının neden okuduğunu anlamayan, namus kavramını kızlık zarının bütünlüğünde arayan, onu hayırlı bir kısmetle sağ salim evlendirmek isteyen, kızıyla arasındaki anlaşmazlıkları babaya aktarmayarak kendi dar alanı olan evde otoritesini koruyarak hayatını anlamlandırmaya çalışan bir anne, -sık sık seferde olduğundan olmalı- evde pek ağırlığını hissetmediğimiz, Şapka Devriminden sonra hem kendi hem de karısına şapka giydirerek, kızının okumasına izin vererek Cumhuriyet değerlerine çabuk uyum sağlamış, maaşlı çalıştığı için kızı tarafından işçi olarak nitelendirilen denizci bir baba, üniversiteye gidebildiği gibi barlara, meyhanelere, çaylara giden, hayatı, bekâret kavramını sorgulayan, evdeki yaşamla kuramadığı bağı dışarıda “aydın” olarak algıladığı kişilerle kurmaya çalışan 19 yaşındaki Nermin.
Günlük şeklinde yazılmış bu bölümde Nermin’in varlığına, kadınlığına bir anlam arayışını, o yıllarda henüz sağlam bir zemine oturamamış “aydın” kesimin içindeki çelişkileri, burjuvazinin yükselişini görebiliyoruz. Oğuz Atay’la benzer bir eleştiri hissediliyor satırlarda. Sağ ve sol düşünceye sahip iki kesimde de Osmanlı değerlerinin yıkılıp Batı değerlerinin topluma enjekte edildiği süreçteki, ideolojilerin tam özünü kavrayamadan, genlere işlemiş toplumsal kültürün de içine karıştığı, biraz özenti, gereksiz uçlara kayılan bir karma kültür görüyoruz. Nermin de alıyor payını bu karmaşadan. Sınıfsal farklılığın olmadığı, eşit haklar düzenini savunan komünist arkadaşlarla tanışıp bu düşünceyi kendine yakın buluyor. Ailesi ve toplum tarafından içine hapsolduğu zindandan çıkış yolunu bu yoldaşlardan, ona âşık Halil’le kaçarak bulmuşken annesi tarafından yakalanıyor ve içine tıkılı kaldığı bu hapisten kurtuluşu annesinin de uygun gördüğü ama kendisinin sevmediği Bedri’yle evlenmekte buluyor. Sınıfsal farklılıklara başkaldıran, kadınların hâlâ tam bir yer edinemediği, toplumsal kimliklerinin eş ve anne statüsünde kalmasına tepki gösteren Nermin’in çıkış yolunu, karşı çıktığı düzen içinde bulması ironik. Annenin otoritesi, dış dünyadaki cevvalliğine karşın annesine karşı sesini çıkaramayışı, toplum baskısı karşısında 19-20 yaşlarındaki genç, tecrübesiz Nermin’in çaresizliği karşısında sonucunda bu yola başvurması bugünün okurlarının içini sızlatsa da o dönemin içselleştirilememiş değerlerinin yarattığı çapraşık düşünce ve duygu karmaşasını okura iyi aktarıyor. Bu geçiş döneminin dengesizliğini yan karakterler, Nermin’in arkadaşı Meral, evlenmeden cinsellik yaşayan, sonunda okulu bırakıp genelevde çalışmaya başlayan Ayten, Meral’den ayrılıp kendisine sermaye verip mimarlık bürosu kurmasına destek olan zengin bir ailenin kızıyla evlenen Nejat, Kevser’in a Ailesine içgüveysi girecek olan Şeref, Şeref okulu bitirince, kendi okulunu bırakacak olan Kevser ve onların hikâyeleri ile pekiştiriyor.
“Baba” bölümüne geldiğimizde bambaşka bir dille karşılaşıyoruz. Ölüm döşeğinde olan babanın aklının karışıklığını, geçmişini anımsamasını, pişmanlıklarını, arzularını bilinç akışı tekniği kullanarak ve son derece şiirsel bir dille aktarıyor biz okurlara Leylâ Erbil. Bu bölümün kendine has bir ritmi var. Sanki mutedil bir denizde seyrediyor anılar, araya giren güncel olaylar ise hırçın dalgalar. Bir sakinleşiyor, bir yükseliyor; deniz gibi… Osmanlı döneminde doğmuş Karadenizli babanın, denizci babası öldüğü için kaptan abisinin himayesinde yaşamak üzere küçük yaşta İstanbul’a gelip İdadiye’de yani liseyi okumuş olması, ağabeyin desteğiyle o da denizci olup dünyayı gezmesi onu yaşdaşlarından biraz farklı, daha vizyonu geniş ve modern yapıyor. Bir Arnavut kızı olan Nuriye ile genç yaşta evlenmesi ise muhtemelen aile baskısıyla oluyor. İlk çocuklarının, bir oğlan, ölmesi ise babayı mutsuz bir evliliğe mahkûm ediyor. Belki de oğlunu kaybettiği için kızını, tek çocuğunu, oğlunu yetiştireceği gibi yetiştirmek istiyor, üniversiteye gitmesini destekliyor, karşılıklı sigara, içki içiyor. Ancak çocukluğundan beri yetiştiği dini değerler ve aile terbiyesinin etkisiyle Nermin’in tanrıtanımazlığı ve komünist düşüncelerini anlamıyor. Kuva-yi Milliye’ye de katılarak Kurtuluş Savaşı’nda da savaştığını anladığımız baba, kendi çektikleri onca sıkıntıya, düşman, esarete karşın yeni neslin düşmansız bir toprağa doğmuş olmalarına rağmen nasıl böyle birbirlerinden ayrı düşüp ayrımcılık yaptıklarını da anlayamıyor. Birlik, bütünlük içinde uğruna savaştıkları vatanın evlatlarının ne ara böyle değiştiğini “Bir şeyler olmuş sanki ben seferlerdeyken, bir şeyler olmuş arkama bıraktığım dünyaya, bir şeyler olmuş da haberim olmamış benim?” diyerek sorguluyor şaşkınlıkla. Zorlu, geçim sıkıntısı içinde bir hayat geçirmesine, hep maaşlı çalışmasına, en yakınlarından kazık yemesine rağmen hayata tevekkülle yaklaşmayı şiar edinmiş baba, Nermin’in isyanlarını, çabalarını anlamlandıramıyor; hatta iyileşirse hacı hocalara okutup kızını doğru yola sevk etmeyi bile hayâl ediyor. Çok arada kalmış bir karakter baba. Bu anlamda Tanpınar’ın karakterlerini anımsatıyor. Ayrıca gelgitler içindeki babanın zihninden geçen düşünceler de karışık; bir Tanpınar öyküsünün karşısındaymışçasına o şiirsel, ritmine kaptırdığınız hikâyeyi çözmeye çalışırken buluyor okur kendini.
Baba bölümünde, Türkiye’de Türkiye Komünist Partisi’ni kuran, 1921’de öldürülen – hâlâ nasıl öldürüldüğü tam açıklanamamış – Mustafa Suphi’nin hikâyesi de var. Mustafa Suphi’yi Sinop’a götürmüş, onunla karşılıklı yemiş, içmiş ağabeysi Ahmet Kaptan sürekli “Suphi’yi kim öldürdü?” diye soruyor ve kardeşini suçluyor. Babanın Mustafa Suphi’yi öldürmese bile ölümünü seyrettiğini öğreniyoruz. Kendini tehlikeye atıp onu kurtarmadığı için mi yoksa ağabeysine ölümünü gördüğünü söylemediğinden mi net belli olmayan bir vicdan azabı var. Bu nedenden dolayı araları bozuluyor ve ağabey öldüğünde de hâlâ kırgınlar. Mustafa Suphi olayı, ilk Komünist Parti’nin kurucusu olduğu için, komünizmin Türkiye’de yeşerememesini mi simgelemek amacıyla mı bu hikâyede yer aldı, yoksa saygıda kusur etmediği, tevekkülü savunan ağabeysinin bile Mustafa Suphi için “o gözbebeğiydi büyük emeğin” diyerek yıllarca içinde yaşamaya alıştığı düzene rağmen iş ve işçi haklarını savunan sol düşünceye yakınlaşmasına karşın, babanın tüm okumuş ve gezmişliğine rağmen sıyrılmadığı eski değerlerin tezatlığını göstermek için mi bilemedim. Tek başına, ayrı bir hikâye gibi duruyor ama sanki bu kitabın ana yazılmasının ana sebebinin de açıklaması gibi.
“Ana” bölümüyse ise gerçekliğinden şüphe duyulabilecek kadar rüya dilinde yazılmış. Gene başka bir anlatım tarzı. Edebi tekniklerle bu kadar oynayabilmesi, aynı hikâyenin içinde hepsini anlamlandırarak kullanabilmesi karşısında Leylâ Erbil’e şapka çıkartıyorum. Bu bölümde babanın ölümünden sonra mevlût için her iki ailenin, yakın uzak akrabaların, komşuların, tanıdıkların bir araya geldiği bir sahneye tanık oluyoruz. Bölüm Nermin’in bakış açısından yazılmış. Anne o ana gelinceye kadar çizilen portrenin dışında bir portre çiziyor. Neredeyse, buradaki anne Nermin’in sahip olmak isteyebileceği bir anne. Çıplak, bütün Giyindiği bütün katmanlardan sıyrılmış, çıplak bir anne görüyoruz. Belki de gerçekten rüya… Ya da o güne kadar hem ailesinin, hem de kocasının öğretileriyle yetişmiş ama kocasının ölümüyle o baskıdan sıyrılmış, belki de ilk defa kendini ortaya koyan bir anne. Nermin de annesini ilk defa böyle gördüğü için rüya gibi geliyor. Annenin akrabaları aracılığıyla annenin geçmişini daha net aktarıyor yazar okura. Dindar, yobaz bir aile yapısı var annenin. Baba onu uzak tutmuş, anne de görüşmek istememiş. Anne de Arada kalmış, geçişini tamamlayamamış bir karakter. Nermin’in okuldaki en yakın arkadaşı Meral ise hizmetçisiyle ile geliyor mevlûte. Zengin bir aileye gelin giderek ve dine kendini vererek, ilk bölümde kaçamayıp içine sıkıştığını söylediği dünyadan böyle çıkış yolu bulmuş. Bu Nermin kadar okuru da şaşırtıyor. O devirde çok önemli olan bekâretini ağabeysi yüzünden kaybettiği için bir koca bulabilmesini Allah’ın büyüklüğüne bağlıyor olmalı.
Son bölüm “Kadın” a geldiğimizde Tanrı anlatıcıyla karşılaşıyoruz. Yıl 1971 ve Nermin kırk yaşındadır. 1961’de kurulan İşçi Partisi’nin kuruluşundan beri üyesi olduğunu öğreniyoruz. Bölüme Nermin’in kayaktan yorgun argın dönüşüyle giriyoruz. Okuru irkiltiyor. Kitabın o sayfasına kadar burjuvaziye karşı duran Nermin’in kayağa gitmiş olması şaşırtıcı. Kaçış olarak evlendiği ama zaman içinde sevmeyi öğrendiği kocası tarafından terk edilmiştir. Kafası karışıktır ve kendini sorgular. Bu iç hesaplaşma sırasında, halkı anlamak ve onlara düzenler arasındaki ayırımı, sınıflara ayrılmış bir toplum olduklarını anlatmak üzere Taşlıtarla’ya taşınırken “çok şükür, çok şükür halkıma; şu ne insan ne hayvan olan, ne kurnaz ne aptal, ne seven ne sevebilen, bugüne dek en masum davranışlarıma bile bir kulp takan o çürük yürekli, o yarısı yaratılmış yarısı yaratılmamış burjuvalardan beni çekip koparan halkımın aşkına şükür!” diye sevinçle şarkılar söylemesine rağmen kendisinin nefret ettiği burjuvalardan biri olduğunu ve tüm iyi niyetine rağmen üstten bir bakıştan kurtulamadığını görüyoruz. Kendine hiçbir yerde yer bulamamış, çabalarına karşı başarılı olamamış, yalnız ve arada kalmış bir kadın Nermin. Bütün bu süreç içinde kadınlığını da bastırmış, kendini davaya adamış biri olarak, onun düşüncelerine hak vermese de, onun heyecanını destekleyen tek kişi olan kocasını da kaybeder. Davaya tutkusunu “Acaba halkımı çok sevdiğim için mi bu yola koşmaktayım, yoksa ötekilere olan öfkem mi beni buraya itiyor?” diye sorarak sık sık sorgular. Cevabı net değildir bu sorunun. Tamamen yalnız ve sevgisizdir. Varoluşunu ve kadınlığını (Joseph Stalin’le hayalinde sevişir ve sonunda Bedri’yle ile Joseph özdeşleşir) komünist davanın içinde bulan Nermin’in döneceği başka yer yoktur. Biraz da çaresizlikle yeniden davaya dönmeye karar verir, bu sefer burjuva kalıplarından sıyrılarak deneyecektir. Dolabında asılı duran süslü, pullu bluzlarını, onları asla giyemeyecek olan otelin hizmetlisi Medain’in karısına ayırışında sol düşüncenin özünün kavranamayıp sadece teori bazında benimsendiği, bu yeni çabanın da başarısızlığa mahkûm olduğunu sezer okur. Bütün bir hayatın arayış içinde gittikçe kaybolarak heba olduğunu okumak hüzünlü. Babasının “ …sevgisizlikten, sevgisizlikten yıkılıp gidecek bir gün; bir su kıyısına düşecek yüzüstü, içim yanıyor, sevgisizlikten, sevgisizlikten, en çok bundan ölecek…” diye endişelendiği gibi sevmeyi bilememiştir. Kitabın son cümlesi, hem de büyük harfle yazılmış “ İNSANLARI SEVİYOR MUSUN ACABA SEN? “ sorusu çok hazindir. Toplumsal çatışmalar, değerler çatışmaları, sınıfsal çatışmalar derken varoluşun en temel ögelerinden olan insanlar arası sevgi yok olmaya yüz tutmuştur. Oysa sevgi anlayışın temelidir. Sevginin olmadığı yerde toplumsal birliktelik ve refah için yapılan, yapılacak çabalar beyhudedir. Hem özel hayatını, hem de toplumsal alanda var oluşunu herhangi sağlam bir temele oturtamamış Nermin kayıp bir neslin temsilcisidir.
—-
* kitap-lık Dergisi Eylül-Ekim 2000, 43.Sayı
Leyla Erbil, Tuhaf Bir Kadın, Türkiye İş Bankası Yayınları, V. Basım, Ocak 2017, İstanbul, 188 sayfa