Bir zamanlar kırtasiyelerde, dolmuş ve otobüs durakları önlerinde açılan sergilerde bulunurlardı. Bayramlarda, yeni yıl öncesinde iyilik haberleri Ankara’dan Mersin’e Kırklareli’nden Urfa’ya böyle giderdi. Telli pullular, kardan adamlılar, Ağrı’nın zirvesini gösterenler. Arkalarında birkaç satır karalama. Aslolan bir yerlerden çıkıp gelen bir zarfın yarattığı hoşluktu. Selam gibi. Yaşanan yerden yollanan yere bir koşu gidip görünüvermek gibi. Raftaki kitapların önünde duran kartpostal da böyle gelmişti. Fotoğraf değildi, resim de sayılmaz. İllüstrasyonun anlamını bilmiyor. Sözcüğü bile doğru yazmamış olabilir. Siyah zemin üstünde mavi iki kanatlı pencere vardı. Pamuk ipiyle örülmüş perde. Beyazmış. Püskülleri var. Önündeki çıkıntıda çiçek saksısı –tenekeden- paslanmış biraz. Yapraklar yeşil, aradan pembelikler fark ediliyor. Suyu eksik edilmemiş. Güneşi görmüş. Yakıştırdığınız her neyse adını öyle söyleyin. İster sakız deyin, ister küçük orospu. Saksının yanı başına kıvrılmış uyuyan kedi çizilmiş. Halinden memnun, bıyıklarıyla gülümsüyor gibi.
Buraya kadar yıllardır önünden gelip geçtiği, arada tozunu aldığı kartpostalı anlattı. Sanki bir sahil kasabası pencerelerine bakarmış gibi ezberden. Çerçevesi mavi, nineden kalma perde, önünde kedisi de olunca. Bütün ezberleri birbirine eklemiş. Sözcüklerin uyumunu gözeterek yazmaya uğraşırken birden gördü; kapkara duvara bakıyordu. Araladığında esintiyle sallanacak püsküller, sardunyanın çiçekleri, az sonra gerinecek kedicik… Kara duvara çiziliydi.
Otuz yıl öncesi. Yaz sonuydu. Kasabanın az dışına kondurulan yeni sağlık ocağını bulduğumuzda mesai bitiyordu. Binanın duvarında akşam güneşinin fidanlaştırdığı boylarımızı anımsıyorum. Açılış için dökülen asfalttan kendini kurtaran mıcırlarda sendelediğimizi. Kavaklarda kopuk ipleriyle savrulan flamaları. Yeraltı geçitlerinin, oyuklarında döner kayadan kapıların, sunakların, sarnıçların bulunduğu, toprağı binlerce yıl daha derine daha derine sekiz kat kazarak, insanın insandan korunduğu bu kasabada rastlaşmıştık. Taze doktorun mecburi hizmeti ve filolojiden terk çelik tencere pazarlayıcısı. Güneş batıyorken, galvaniz çatıdan yansıyan son ışıklarına acelenin yakışmayacağını düşündük mü bilmem? Adımlarımız ağırdı. Büyük ihtimalle çiçekli basma eteği bu kasabadan sonra kimse görmedi. Yol boyunca konuşmuşuzdur da hatırlanmaz çoğu kez. Sakınımlı zamanlarda cümle kurmanın zorluğunu bilmeyen yoktur değil mi? Bizi yakınlaştıran neydi? Aynı üniversitenin yollarında yürümüş olmak, belki! Asıl kasabanın rüzgârından habersizdik, yollarında adımlarımız tedirgindi. Dışarlıklıların oturabileceği tek yer olan Ticaret Odası binasına gidiyorduk: Yabancıydık. Mavili kedili sonraki yeni yılda gelmiş olmalı. Sanki evin alındığı günden beri o raftadır. Yeni yıl dileklerinin aktarıldığı bu kartpostalın kıymete binmesiyse epeyce sonradır. Taksitli hayat noktalanmış, uzun masa sohbetlerinin hatıralara doğru kaydığı zamanlarda. Buzdolabının üzeri yeni yemek tariflerinden geçilmez. Okunmayan dergiler, on beş yirmi sayfasına şöyle bir bakılan kitapların raflara dizilişi. Karşıdan bakana; hayatta olan bitenin izlendiğini gösteriyor gibi. Sessizliğin büyüdüğü zamanlar… Yıllara evrilince. Nefes alacak kuytu bir köşe hayali belki. Oyalanacak. Sakınacak, daha fazla sakınacak. Büzülecek. Hiç. Hiçlik de olsa! Hiç. Kaçılacak bir nokta. İzlenecek ince yol. Adres, akla gelmeyecek. Patika gibi ilk adımda varlığı bilinecek.
Öğrendi: En çok adı anılmayanlar unutulmaz. Ve kaçış rampaları vardır hayatın. Sardunyalar ki arsızdırlar, tutturamazsa yeni budaklar dikecek. Elinden olurmuş bazılarının, olsun. Mutfak penceresinde püskülleri dolaşık perdeleri olacak.