Kış akşamlarının erken çöken karanlığında; yağmur, sokak lambasının ışığında gümüş ipler gibi süzülüyordu.
Yorgun günün ardından bir an önce eve ulaşma isteğinin telaşı, araçların sileceklerindeki mekanik ses, çalınan klaksonlar… Bunalmak için gereken bütün dekor hazırlanmış, insanlara rollerini oynamak kalmıştı yalnızca.
Park etmek için iki tur attıktan sonra, elektrik direğinin hemen önünden çıkan arabanın yerine sevinçle yerleşirken direğe dayanmış adamı fark etti.
Yağdan keçeleşmiş saçların çevrelediği, uzun sakallı bir yüz… Gür kaşlarının altında, ışığı zor seçilen gözbebekleri bir noktaya çakılı genç bir adam öylece hareketsiz duruyordu. Onu rahatsız etmekten çekinerek göz ucuyla baktı. Sigarayı tutan parmakları gördüğü kirliliğe yakışmıyordu. Kalem gibi sözüne uyan ince, biçimliydiler. Canlılığının kanıtı ise yalnızca esmer akşama savurduğu sigara dumanıydı.
Aynı kaçamak bakışları bu kez ayaklarına indi. Ayak bileklerini açıkta bırakan kirden muşambalaşmış bir pantolon, düşmesin diye belinden geçirilmiş ip parçasıyla tutturulmuştu. Çorapsız ayakları; bağcıksız, rengi tozdan belli olmayan postalların içindeydi.
Yıllardır aynı semtte, aynı adreste oturuyor, bu çevrede yaşayan herkesi iyi kötü tanıyordu. Yakın ilişkileri olmasa da her gün selamlaştığı, yanından gelip geçen kişiler çoktu. Bu adam bir anda ortaya çıkmış, daha önce denk gelindiğinde unutulmayacak biriydi. “Yoksa ben mi ayrımına varmadım,” düşüncesiyle sorguladı kendini. Kırklı yaşlarda gösteren bu yakışıklı genç adam büyük olasılıkla bir yabancıydı. Yanından geçerken içkin düşüncelerle dövüşüp durdu. Kendine göre varsayımlar, kurgularla evine yürüdü.
Kapıdan girince eşi, çocukları, ışıl ışıl sıcacık evi bile bu yabancı delikanlının görüntüsünün önüne geçemedi. Kızı koşup neşeyle boynuna sarıldı. Sınıfta yapılan şiir okuma yarışmasında birinci olduğunu, kendisine kitap armağan ettiklerini söyledi. Eşi, başvurduğu dershaneden görüşmek üzere çağırdıklarını, büyük olasılıkla bu işe alınacağını, çok sevindiğini bir çırpıda anlattı. Oğlu, odasından her zamanki mutsuz tavrıyla çıktı. Yarım ağız hoş geldin dedikten sonra yakınmaya başladı. Öğretmeni saçma sapan bir ödev vermişmiş, kimsesizler evine gidip oradakilerden biriyle söyleşecekmiş ama onları üzmeyecek sorular soracakmış. Bari soruları öğretmen verseymiş, kimsesiz bir insana ne sorabilirmiş ki…? miş, miş, miş… Söylendi, sızlandı, mızmızlandı durdu. Oysa onun aklı gördüğü yabancı adamdaydı. Hiç konuşmadan dinledi oğlunu. Düşüncelerinde yabancılık kimsesizlikle birbirine karıştı.
Sabah durağa giderken yakın çevreyi kolaçan etti. Tam köşeyi döndüğünde, parkın kanepesinde kirli bir battaniyenin ucundan görünen keçeleşmiş saçları ve battaniyenin örtemediği, kanepeye sığmayan kirli postalları gördü.
Sıkıntılı, sarsan duygularla iş yerine geldi. Yaşanan bunca koşuşturma içinde, değer yargılarının tepe taklak olduğu bu dönemde böyle duygusallıklarla kimsenin ilgilenmeyeceğini düşünerek tam arkadaşlarına anlatacakken vazgeçti.
Yoğun iş temposunda kirli, ince parmaklar, keçeleşmiş saçlara karışmış sakallar, küllü bakışlar gözünün önünde dolandı durdu. “Neden?” sorusu ise aklından hiç çıkmadı.
Artık her sokağa çıktığında gözü onu arıyor; görünce aynı buruk duyguları yaşasa da seviniyor, göremediğinde üzülüyor, bir yığın acabayı peş peşe sıralayıp duruyordu.
Bir gün onunla aynı kaldırımda yüz yüze geldi. Genç adam dimdik duruşu, kimseyi görmeyen, ileriye takılı bakışlarını birden ona çevirip yanından geçerken tanıdık birine rastlamış gibi güldü, üstelik başını eğerek selam verdi. Becerip karşılık veremeden uzun boyu, yapılı bedeniyle geçip giden adamın arkasından bakakaldı. O artık bir yabancı değil, düşüncelerinde yer etmiş çok bildik bir yakını gibiydi.
Eve geldiği bir akşam yeni dostu apartmanın yan duvarına dayanmış, aynı duruş ve ağırbaşlılıkla sigarasını tüttürüyordu. Ani bir kararla yanına gitti. Çekinerek “Aç mısın?” diye sordu. O, duruşunu değiştirmeden gözünün ucuyla bakıp fısıldar gibi “Şarap!” dedi. Cebinden çıkarttığı parayı uzattı. Aldığı paraya, yüzüne hiç bakmadan dayandığı duvardan ayrılıp aceleyle sokağın başındaki tekel büfesine yöneldi. Onunla yeniden yabancı olmuştu.
Gidiş gelişlerinde onu her zaman gördüğü yerlere; yaslanıp sigara içtiği duvara, uyuduğu park kanepesine, yürüdüğü sokağa bakmadan edemiyordu. Eğer oradaysa içi rahatlıyor, yoksa tanımsız duygularla yoluna devam ediyordu.
Soğuk kış akşamlarından birinde onu bir ATM kabininde kıvrılmış yatarken gördü. Geri dönüp köfte ekmek, ayran alıp ATM kabininin cam kapısını tıklattı. Genç adam sese başını kaldırdı, kendine uzatılan paketi görünce “Aç değilim, istemem,” diyerek eski haline döndü. “Buraya bırakıyorum, sen yemezsen birine verirsin” diyerek uzaklaştı. Dolmuşa binerken onun yandaki parkta, köfte ekmeğini kedilerle paylaştığını görünce değişik duygularla gülümsedi.
Ara sıra eline sıkıştırdığı birkaç kuruş, çoğu kez karşılık alamadığı çekingen gülümsemeler, bazen ummadığı selamlaşmalar, bir yakınımı görmüş gibi sevinmeler, göremeyince endişelenmelerle neredeyse altı ay geçti… Sonra onu bir daha göremedi. Üzüldü, merak etti. Yaşamında bir eksiklik duyarak geçti aynı yerlerden. Sonra para verdiğinde koşa koşa gittiği o büfeyi anımsadı. Bir şeyler alırken onu anlattı sahibine.
“O nereye gitti?” dedi. Yaşlı adam, yüzünde beliren üzüntüyle,
“Bilmiyorum artık yok, belki de yine tımarhaneye tıktılar, gerçi dışarıda gezenler ondan akıllı değil ya. Gene de…”
“Onun kimseye zararı yoktu, ben onu tanıdığımdan bu yana yaptığı yanlış bir şey görmedim. Peki, bilir misiniz neydi bu genç adamın derdi?”
“Birdenbire çıkmıştı ortaya. Yabancı diye çok yadırgadılar onu. Hatta deli muamelesi yaptılar. İnsanları bilirsin kendi gibi olmayanları hep yadırgar, dışlarlar. Onların bu davranışları çocuklara da kötü örnek oldu. Rahat vermediler adama. İlk geldiğinde bu kadar bakımsız değildi. Zaman geçtikçe daha bir döküldü üstü başı. Birkaç kez aradık belediyeden gelip aldılar, bir bakım merkezine götürdüler. Demek ki kaçıp kaçıp buraya geliyordu. Onu tanıyanların anlattığına göre görmüş geçirmiş bir ailenin tek oğluymuş. Tıbbı bitirmiş. Yurt dışında araştırma yapıyorken trafik kazasında ölen anne babasını o yetişemeden defnetmişler. Uzun yıllar yurt dışında kalmış. Dönünce fakültenin birinde cerrahi bölümünde uzman olmuş. Bir gün kadavra dersinde babasının cesediyle karşılaşmasın mı? Meğer ailesinin kadavra olarak beden bağış belgesi varmış… Dondurulan ceset tesadüf ya, o gün ona denk gelmiş…