Ufacık bir kıvılcım masalı sonlandırdı. Bembeyaz heyecanların ardından sarı, turuncu, kırmızı renkleriyle harlı bir yangın geceye aktı ve acı bir yarıyıl -sömestr- tatili hafızalara kazındı. Yazık, çok yazık! “Kar beyaz” ölüme siyah, simsiyah vardılar. Alınlarına yazılmıştı bir kara yazı, bir kara leke… Ağız dolusu kahkahalar atanlar artık fotoğraflarda yaşayacaklar.
Küçük bir karne meselesi başlattı masalı. En küçüğünden en büyüğüne afacanlar, okulun son zilini iple çeken milyonlar vardı. “Akdeniz! Şak şak şak! Karadeniz! Şak şak şak! Biz karnemizi isteriz,” naraları işitildi okul koridorlarında. Nihayet yarıyıl tatiline kavuşmuşlardı.
Çocuklarına söz vermiş anne babalar, yana yana gezilecek yerler aradılar. Aradıklarını buldular ya, sanırsınız şanslılar! Ertesi sabah sevinçle yola koyuldular. Hevesle, hedefe vardı karnelerini alanlar.
Heves demişken ilk iş kayak kıyafetlerini giyip salındılar karlar diyarında. İçleri üşüyüverdi de mola verdiler birazdan. İçeriye attılar kapağı, korunmak için ayazdan. Şöminede çıtır çıtır yanıyordu odunlar, üşüyenlerin ellerinde dumanı üstünde çaylar. Bir yandan çaylarını içtiler, bir yandan şarkılar söylediler hep bir ağızdan. İşte o an sımsıcaktı kanlar. O kanlar ki birkaç saat sonra cayır cayır yandıkları istirahathaneden canhıraş kaçtılar. Lekelendi canlar. Kan, is, korku lekesi yapıştı kaldı, çıkmadı üzerlerinden.
Akşam yemeği de çıkınca aradan, yorgunluktan bayılmış halde uykuya daldılar. Endişeyle öksürerek uyandı gecenin bir vakti hepsi. Ne olduğunu bile anlamadılar. Anlamaya hacet kalmayanlar, ruhları bile duymadan sessiz sedasız öte dünyaya vardılar.
Sadece onlar mı dersiniz? Değil elbet. Bir de mavi yakalılar vardı, dişini tırnağına takıp gece gündüz çalışanlar… İşte onlardan biri, adı GARİP, belli, mutfakta ekmek hamuru yoğurmak onun işi. Saat oldu 03.28, 03.29, ta tam 03.30… Ekmekler fırına verildi. Mis gibi taze ekmek koktu her yan ve evet vakit tamam! Mutfaktaki köşesinden gariban, minicik bir KIVILCIM. Ha uyandı ha uyanacak tatlı uykusundan, kimsecikler onun farkına varmadan derken gözleri fal taşı gibi açıldı hiç korkmadan. Yanlış mı gördü, oksijen değil mi sabırsızlıkla onu beklemekte olan. Kavuşma saati gelmişti anlaşılan. Kıpkırmızı bir ALEV TOPU doğdu ortalığı kavuran.
Kıvrım kıvrım saçlarını savuran KIVILCIM masumiyetini kaybetti böylece. Her daim küçük bir kıvılcım olarak kalacak değildi ya! Nur topu gibi bir ALEV olmaktı hayali. Bir alev uykudakileri sonsuzluğa uğurlayan… Uyur uyanık olanları harlayan… İstirahat edenleri uykularından zıplatan… Ağzından zehirli, siyah, simsiyah dumanlar çıkaran bir CANAVAR oldu, el aman! Lekelendi her yan. Kocaman bir iz bıraktı ya sayın canavar, amacına ulaştı her hal…
Bir koşuşturma, bir kargaşa ve kapılar yumruklandı hızlıca. Yangın var! Yangın var! Kimse yok mu? Lütfen kurtarın bizi buradan! Anneee! Babaaa! Anneee! Hiçbir şey göremiyoruz! Hey! Bize yardım edin! Her yer karanlık!
ÖLÜM sessizliği kaldı geceden geriye. Kül rengi her yan… İnsan nasıl etmez İSYAN… Bir güruh karne hüngür hüngür peşlerinden ağlaşan.
Ve bir şarkı dile takılan, “Alnıma yazılmış bu kara yazı/ Kader böyleymiş ağlarım bazı bazı/ Gönül ey ey sebebim ey…”