İnsanı bunaltan rutubetli bir sıcağın üzerinde asılı kaldığı günlerden birini yaşıyor İstanbul bugün. Kovsan da gitmeyen arsız, yapışkan bir sıcak konmuş sanki şehrin üstüne, üç beş pikelik iktidarının farkında… Bir yerlere yetişmek, bir şeyleri yetiştirmek için koşmam gerekmeyen, zamanı kolumda taşımak zorunda olmadığım ender günlerden biri aynı zamanda. Akmerkez’in Ulus’a açılan kapısının önündeyim. Eskiden bomboş bir arsaydı burası. Çift kale maç yapardı çocuklar, uçurtma uçururduk. Üzerinden her gün yürüyüp geçtiğim boş bir araziydi. Eskiden, iyice eskiden, Etiler Hasan Ali Yücel İlkokulu’na giderken. İstanbul’da hem her şey tanıdık hem de şu an arkamda yükselen bu yapı gibi pek çok şey yabancı sanki ve her an yeni bir sürprizle karşılaşabilir insan. Bu yönüyle dişi bir kent İstanbul…
Nereden aklıma geldi şimdi bu şehirlere cinsiyet atama oyunu? Ben bu oyunu bir kenti ilk kez gördüğümde, sokaklarında gezip dolaşırken ya da şehre karşı kahvemi yudumlarken kendi kendime oynardım. Oysa şu anda, yabancı bir şehirde değil İstanbul’dayım… Doğup büyüdüğüm kentte, yakada ve semtteyim üstelik. Peki neden bir yabancı, bir turist olduğum duygusuna kapıldım şimdi? Değişen İstanbul mu yoksa ben miyim? Nasıl da büyüyüverdik dip dibe ama birbirimizden habersiz… Aynı yerde öylece duruyorum. İstanbul’un Akmerkez kostümlü cüssesine dikkatle bakıyorum. Kurulu düzenini koruyan ancak bir zamanlar önemsediklerine sonradan tepeden bakan, arkasını dönen bu haliyle, bu kez de bir erkek gibi dikiliyor bu kent…
Gürültü, uğultu, toz, egzoz, asfalt, binalar, hepsi gri tonlarında. Gözlerim maviyi yeşili arıyor… İyice yukarılarda, gökyüzünde maviyi yakalıyorum. Mavi, bir serinlik duygusuyla birlikte deniz kokusunu bulup çıkarıyor belleğimden. Kızıla bulanmış bir akşam vakti kaydedilmiş doyumsuz boğaz manzarasından alıntı besbelli. İstanbul, insanı besleyen ama aynı zamanda da tüketen bir şehir, kâh dişi, kâh erkek… Isı ayarı sonuna kadar açılmış bir fön makinesi yüzümü ve saçlarımı yalayıp geçiyor. Üzerimde bir penye tişört ve bir şort, ayaklarımda sandaletler. Sırt çantam arkamda… Islak sıcak bedenimde, bacaklarımda şöyle bir dolaşıyor. Kitapevinde kitapların sayfaları arasında dost bir serinliğin içine gömülmüştüm oysa az önce. Bir elimde büyükçe bir poşet içinde karakalem resim malzemelerim, diğer elimde Harry Potter serisinin sonuncu kitabı. Sıkı sıkı tutuyorum poşetinin içinde. Kulağımda oğlumun dün akşamki heyecanlı sesi…
– Anne, çıkmış, Elif söyledi, onlar almış. N’olur yarın gidip alır mısın?
– Hafta sonu istersen birlikte gidip alalım. Hem başka kitaplara da bakarız.
– Yaa olmaz. Ya biterse biz gidene kadar? Bak söz ver tamam mı? Yarın erkenden gidip alacağına söz ver!
– Peki, tamam, söz…
Kitap okumayı seven bir çocuk değil aslında. Ama Harry Potter’ın büyüsüne kapıldı nasıl olduysa. Belki bu büyü ömür boyu sürecek bir dostluğa dönüşür. Nasıl da sabırsızdı, nasıl da heyecanlı! Söz verince nasıl da rahatlamıştı. Ben ne zaman ışıklardan karşıya geçtim? Ne zaman yol boyunca dümdüz yürüdüm? Ne zaman o ara yola girdim, birkaç basamak merdiven indim. Ne zaman? Bir an önce eve dönmek istiyordum oysa. Yeni bir resme başlayacaktım. Ama ayaklarım beni eski bir resme sürüklemiş…
Petrol Sitesi’nin çocuk parkına bakan üst girişinin önünde buluyorum kendimi. Çocukluğumun parkı; kaydırak, tahterevalli, paslı siyah kalın zinciri düğüm yapılarak yükseltilmiş yan yana iki salıncak ve arkadaşlarımın sesleri. Nilgün, Dilek, İlhami… Yan yana sallanıyoruz, İlhami ve ben. Ayaklarımızla toprağı ittire ittire yerden kuvvet alıyoruz, yükseğe, yükseğe, daha yükseğe hızlanıyoruz. Zincirlerin inilti ve homurtu çığlıkları kahkahalarımızı bastıramıyor yine de. İlhami birden, ayaklarını yere sürüye sürüye durduruyor salıncağını. Derken, kendini salıncakla birlikte döndüre döndüre çevirmeye başlıyor ayakları toprağı kuvvetle iterken. Salıncağın zincirleri sarmal düğüm oluyor kendi etrafında sürekli aynı yöne dönmekten. Bir anda ayaklarını yerden kesiveriyor ve zembereği boşalmışçasına aksi yöne doğru çözülüyor zincirler. Hızla dönerek açılıyorlar ve sağa sola yalpalıyor salıncak bir sarkaç gibi salınarak. Çarpışmamak için ben de aniden durmak zorunda kalıyorum, onun umurunda değil. İlhami benden 1,5 yaş büyük ama aklı fikri haşarılıkta. Ya saçlarımı çeker, ya gözlerime kum atar. Ah bu oğlan çocukları… Tam karşı blokta Selçuk dedenin evi… Mahallenin muhtarı, toton ak saçlı Selçuk dede. O çocukların, çocuklar onun sevgilisi. Çocuk seslerini parkta bırakıyorum, resmin içinde yürümeye devam ediyorum…
İşte 23. Blok, 3. kat, sol en üst balkon. Anneannemin evi. Öylece orada yerli yerinde duruyor.
Bir koku dökülüyor balkondan burnuma. Anıların içinden sızan bir gaz kokusu… Evet, evet gaz bidonu dururdu balkonda. Dört ayaklı bir taşıyıcının üzerine oturmuş yüksek tombulca bir bidon. Rengi yok aklımda, eski görünümlü hatta yer yer paslı bir bidon. Boyum yarısına kadar ya uzanır ya uzanmazdı. Önünde, iyice aşağıda, üzerine naylon kadın çorabı bağlanmış bir musluğu vardı. Köşeli bir teneke kutu dururdu tam altında. Balkonda, alçak taburede oturup anneannemin yaptığı patlıcanlı poğaçayı yerken gaz damlalarını sayardım. Önce bir ıslaklık belirirdi naylon çorabın ucunda. Sonra yuvarlaklaşmaya başlardı. Büyürdü, büyürdü ve şıp diye damlardı teneke kutuya. Birer birer düşerlerdi. Ama çok yavaştılar. Ben daha çabuk büyüsünler isterdim… Onlarsa bir türlü büyümek bilmezlerdi ben bekledikçe… VİTA yazardı kutunun üstünde. Ben harflere ve okumaya dalmışken yaramaz bir damla yuvarlanıverirdi bazen. Kokular birbirinin içine karışıyor belleğimde; gaz kokusu, kıymalı-patlıcanlı sıcak poğaçanın kokusu ve anneannemin şefkat kokusu…
Yürümeye devam ediyorum. İçimde buruk bir kıpırtı! Adını tam da koyamadığım bir his. Tanıdık ama yabancı bir diyardayım, sanki… Üzerine zamandan dokunmuş bir örtü serili… Eski sakinlerinin uykuda olduğu ve onların uyumadığı zamanlar, bir benim bir de taş blokların bildiği bir sır sanki… Karşımdaki taş blokların bildiği ama şimdi bilmezden geldiği bir sır gibi… Örtüyü çekiversem uyanacaklar… Çekebilsem! Altmışlı yılların sonlarının isimsiz apartmanları, blok blok, anılarımda yüksek tam karşımdaysa artık bodur duruyorlar… Binaların çoğu üç dört katlı… Asansörsüz ve sobalı evler. Sonradan yapılanlarsa on katlı, çift asansörlü ve kaloriferli. Onlar yetmişli, seksenli yılların modern, albenili, diğerlerine tepeden bakan, isimli apartmanları…
İşte 19. Blok, üç katlı. Giriş katı babaannemlerindi. Apartmana, daracık, patikamsı bir yolun devamında, arkadan girilirdi. Yolun sonuna saklanmış kocaman bir arka bahçesi vardı. Tepesine tırmandığım saçlarını çekiştirdiğim söğüt ağacının olduğu bu bahçeye bakardı, evleri. Yürüsem mi arkaya doğru kıvrılan o yolda? Söğüt ağacı hala orda mıdır? Ya yoksa? Orada öylece kalıyorum. Nedense adım atamıyorum. Söğüt ağacının anılarımda olduğu gibi kalmasını istiyorum. Onu, sanki üzerine çıkmam için eğilmiş gövdesi ve uzun saçlarıyla hatırlamak istiyorum. Sesler doluyor kulaklarıma. Yerden sürüyerek fırlattığım bir mermer parçasının nişanladığı gazoz kapaklarımın oraya buraya dağılıp saçılan sesleri. Misket torbamın içinde parıldayan gıcırdayan misketlerimin sesi… Yatırıp kaldırınca ağlayan oyuncak bebeğimin sesi… Bebeğime artık kumaş parçalarından renk renk elbiseler diken babaannemin kollu dikiş makinesinin sesi. Üzerinde zıplayarak başımı tavana değdirme denemeleri yaptığım babaannemin yatağının zavallı yaylarının sesi. Gazoz kapaklarıma, misketlerime, seksek taşlarıma, lastiklerime, iplerime evinde yer açan babaannemin bana hikâyeler anlatan sesi.
Çocukluğumun bu evlerinde, görebildiğim dokunabildiğim bu insanlar, bu kokular, bu sesler yok artık. Bir özlem yüreğime saplanıyor, boğazıma takılan bir yumrunun gözyaşına dönüşmesini önleyebileceğimi sanıyorum ama yanılıyorum… Aynı mahalleyi, aynı sokağı, bayramları, sohbetleri, sevinçleri, üzüntüleri paylaştığımız komşularımız, can dostlarım, arkadaşlarım, aşklarım neredeler? Nerede çocukluğumun süsleri?
İşte 15. Blok, önden yüksekçe giriş, arkadan toprağa oturan zemin katı. Çocukluğumun asıl evi, evimiz. İşte orada, annemin tuzladığı kan kırmızısı atom domatesi uzanıp aldığım mutfak penceresi. O domatesin lezzeti dilimde damağımda, şapırtısı dudaklarımda, akan suları parmaklarımda, ellerimde kollarımda sanki. Tüm duyularım ayaklandılar mı ne? Yoksa anıların içinden fırlayıp çıkıveren kokular, sesler, renkler, lezzetler mi baştan çıkarıyor duyularımı? Hafızamın tutanakları boşaldı sanki. Hava hafif serinledi. O bunaltıcı sıcak gitti birden. Güneş topladı ışıklarını renklerini, batıya saklandı. Sadece kızıl pembe kaldı. O henüz saklanmadı. Tam da saklambaç vakti! Biz de kukalı saklambaç oynuyoruz çoğu benden birkaç yaş büyük arkadaşlarımla. Üzerimde bir penye tişört, bir şort, ayaklarımda sandaletler. Birisi bağırıyor, zayıf uzunca boylu bir oğlan. Kim olduğunu seçemiyorum saklandığım yerden. Sesi de tanıdık gelmiyor.
– Hey çocuklar koşuuunn! Selçuk dede ilkokula başlayacak çocuklara kalem, defter, silgi dağıtıyoooorrrr!
Ben de çıksam mı saklandığım yerden? Ama ben ilkokula başlamıyorum ki… Henüz beş buçuk yaşındayım… Daha sıramı beklemeliyim (annem öyle söylüyor). Ama olsun, bende okumayı, yazmayı, sayı saymayı biliyorum. Çıkıyorum saklandığım yerden. Çocuklar çoktan fırlamışlar, sevinçli bir koşu tutturmuşlar Selçuk dedenin evine doğru. Ben de koşmaya başlıyorum. Haberi getiren uzunca boylu oğlan yolumu kesiyor:
– Sen daha küçüksün, dur bakalım! Sen ilkokula başlamıyorsun!
Öylece kalıyorum sokağın ortasında. Hava yavaş yavaş kararmakta… Tam o anda bir bisiklet geliyor üzerime doğru. Büyük siyah bir bisiklet ve farını yakmış. Parlak, sarımsı beyaz bir ışık gözlerime değiyor. Bir acı duyuyorum bacağımda ve ılık bir ıslaklık… Yerdeyim, yerde yatıyorum. Ağlıyorum, canım çok yanıyor. Yattığım yerden bacaklarımı karnıma doğru çekip dirseklerimin üzerinde doğrulmaya çalışıyorum. Bacağımdan kan boşalıyor. Şortum ne renkti hatırlamıyorum ama hızla kırmızı oluyor, kıpkırmızı, kan kırmızı. Etrafımda bir kalabalık oluşuyor. Kısa, orta, yüksek boylu bir kalabalık. Konuşmalarını duyuyorum:
– Annesine haber verelim! Bacağından et kopmuş, çok kanıyor
– Haydi çabuk! Kanamayı durdurmak gerek! Dikiş atılması…
Biri beni kucağına alıyor. Sonra… Sonra… Sonrasında bir boşluk var. Dar, ince uzun, sert, masa gibi bir şeyin üzerinde yatıyorum. Yüksekçe bir yerde… Beyaz önlük giymiş bir adam üzerime eğilmiş. Burası neresi? Bacağım neden acıyor? Beyaz önlük giymiş bu adam kim? Annem nerde? Aklımda sorular bir birini kovalıyor. Annemin yüzünü görüyorum. Bir de amcamın suratı gözümün önünde. Güngör amcamın. Mahalleden komşularımız, bir iki amca da orada. Nevzat bey amca, Vasfi amca… Babam nerde? Evet, evet tamam o iş seyahatinde, yurt dışında. Beyaz önlüklü adamın elinde iğne var. Tekme atıyorum, çığlık çığlığa ağlıyorum. İki ayağımla var gücümle tekmeler savuruyorum. Birileri bacaklarımı tutup beni zapt etmeye çalışıyor. Annemin sesini duyuyorum:
– Kızım dur yapma, bak dikiş atacak doktor amca, izin ver
– Hayır, hayır istemiyorum. Bacağımı diktirmeeem! İzin vermiyoruuuummmm! Bir yandan bağırıp ağlamaktan, öte yandan tekmeleyip çırpınmaktan gücüm tükenmek üzere. Direnmekten canımın acısını unutmuşum. Sonra bir mucize oluyor. Beyaz önlüklü adam iğneyi elinden bırakıyor.
– Peki, tamam dikmeyeceğim. Söz veriyorum! Sadece pens koyup pansuman yapacağım. Şimdi, sakin sakin dur bakalım!
Birden rahatlıyorum. Bana söz verdi. Elinde iğne yok. Dikmiyor. Sözünü tutuyor. Ona güveniyorum, bana söz verdi çünkü…
Derinlerden bir yerden tanıdık bir melodi geliyor. Ses, sırt çantamdan geliyor. Evet, evet cep telefonum çalıyor.
– Annecim okuldan şimdi geldim. Sen nerdesin?
– Dışarıdayım. Birazdan geliyorum oğlum. Kitabını sormayacak mısın?
– Söz verdin ya, mutlaka almışsındır.
Elim bacağımdaki yara izine gidiyor. İnce bir çizgi halinde kapanacağı yerde dikiş atılmadığı için madeni para büyüklüğünde kalan beyaz yara izime. Yara izi değil o aslında, söz izi.