Bir ay boyunca aynı hastane odasını paylaşmıştık Bayzer Keçeci’yle. Yataklarımız arasında tek komodin, ikimiz için ortak, o kadar yakın…
Yetmiş beş yaşlarındaydı oda arkadaşım. Başındaki beyaz örtü, onu daha esmer gösteriyor, kara gözlerindeki ışığı belirginleştiriyordu. İlk gördüğüm andan itibaren ona duyduğum sevgide bu olumsuz koşullarda bile, insanın gözlerinin içine böylesine sıcacık bakmasının payı vardı.
Koğuşta altı kişiydik. Diğer kadınlar, ısrarla madam dedikleri yaşlı hastaya teyze diye hitap etmemi eleştiriyor, “O madam, ona teyze deme, o bizden değil, o Hristiyan,” diye azarlıyorlardı beni. Çözüm bekleyen, belki de çözülemeyecek kadar önemli sağlık sorunları için burada bulunan bu kadınların böyle bir durumda bile insan olmanın önüne geçirdikleri ötekileştirmeyi aklım almıyordu. Yaşamın daha da değerli olduğu bir zamanda, “Bizden değil” demenin acıtan ayrıştırmacılığını kabul edemiyor, bu ötekileştirmeye taraf olmadığım halde, insanlık suçlarından hepimizin sorumlu olduğunu düşünüp yaptıklarından utanıyordum. O yüzden çok daha içten, inadına, üstüne basa basa Bayzer Teyze diyordum yaşlı kadına. Bana ters ters bakan gözlere, yaptığımın doğru olduğunu kanıtlamak için aynı şekilde karşılık veriyordum. İşte o zaman azarlamaktan beter “Tövbe estağfurullah!” yüzüme tokat gibi çarpıyordu.
Yıllar yıllar önce yaşadığı o tarihsel olayı kendi ırkdaşlarının dile getirdiği şekliyle anmazdı. “O vuruş kırışta beni bir Türk aile sakladı. Bingöl köylüklerinde büyüdüm. Anam babamı hiç bilmedim,” derdi. Fransa’dan gelen heyetlerin, ailesi olmayan böyle çocukları Harput’a götürdüğünü, okula gittiklerini, orada Fransızca öğrendiğini, keman çalmaya bile başladığını anlatırken gözlerindeki ışık, hüzüne sarılıp parlıyordu. Belli ki birbirine geçmiş iyi kötü anılardan bir türlü uzak kalamıyordu yaşlı kadın.
Sonra evlenmiş, yerleşmiş Bingöl’ün köylerinden birine. “Çok çocuğum oldu, onları köylük yerden çıkarmak için hep mücadele ettim. Kocam istemedi ama sonunda becerdik İstanbul’a geldik. Hepsini de okuttum. Dördü yurt dışında iyi mevkilerdedir. Sadece Arşalus’um kalmıştır yanımda. Bırakıp gidememiştir, kıyamamıştır bana. Yaşadığım köyde çok iyi komşularım da vardı ama bir gurup insan beni hep ayırdı kendilerinden be kızım.” Bunu söylerken yattığı yerden koğuşun diğer yanında yatan kadınları işaret ediyordu başıyla. “Aynı bunlar gibi. Dinimden, kimliğinden dolayı hep dışladılar beni. Yaptığımı eleştirdiler, hatta bazıları verdiğimi bile yemedi.” Öyle güzel anlatıyordu ki, onu dinlemek bir yaranın sağalması gibiydi, yavaş yavaş sızısı azalan, acısı sessizliğe çekilen bir yara.
Ziyaretçiler gidip doktorların koğuşları dolaşma saatleri bittiğinde hastaların iyice olanları, eşlikçileri, yatakların kenarına oturur sohbet ederlerdi. Cümleler odada dolaşır durur, pencerelere çarpar, sözcükler yorgun düşerdi ikimiz gibi. Koğuş biz ve onlar diye ayrılırdı. Uyardığımda, Bayzer Teyze’yle olan yakınlığım nedeniyle sözlerimi ciddiye almaz, yüzüme ters ters bakar, inadına daha çok konuşurlardı.
Kızı Arşalus geldiğinde güller açardı esmer yüzünde. Gözlerindeki ışık bütün koğuşu aydınlatırdı. “Bilir misin derdi Arşalus ne demek. Sabah yıldızıdır, şafaktır. Onu doğurduğumda baktım sabah yıldızı da doğmuştur. Öyle koymuşumdur adını.”
Kızını kucaklamak için doğrulmaya çalışırken kalkmayan koluna üzüntüyle bakar, “Vay gene unuttum, vay güzel elim vay, canın yok, artık bana etmezsin yoldaşlık,” derdi. Kızı da ben de gülerdik söylediklerine ama içindeki hüznü anlamamızı engellemezdi gülüşümüz.
Yattığı yerden yalan yanlış bildikleriyle din konusunda fetva veren kadın, “Hanım, dinin senin anlattıklarınla ilgisi yok, ben üç kitabı da okudum, söylediklerin hiçbir kitapta yazmaz. Bunları nerden uydurursun?” diyen Bayzer Teyze’ye küçümseyerek, bana da öfkeyle bakardı.
Ağrılarının azaldığı zamanlarda elinde bastonuyla koğuşu dolaşan o Safure Hanım, bazen de gelip yatağımızın kenarına oturur, derinden bakan, hep yanlış arayan gözlerini yüzümüze diker, günah, sevap, cennet, cehennem, azap korkutmaları bitince gelinini çekiştirmeye başlardı. Bu kadını dinleyince; ailesini bilmeyen, komşularının büyüttüğü, kendi deyimiyle köylüklerde yaşayan Bayzer Teyze, derin hoşgörüsü, bilgisi ve yaşam felsefesiyle daha çok değer kazanırdı gözümde.
Ben ondan önce taburcu oldum. Evimde çocuklarımın yanında mutluydum ama bu kez içimde eksilen, kanatan, sevgili oda arkadaşımın boşluğu vardı. Ben olmayınca oradaki kadınların onu üzme korkusu bir de.
Tedavim evde de sürdüğü için ancak bir kez ziyaretine gidebildim. Beraber olduğumuz zamana göre daha bitkin ve neşesizdi. Kızını arayıp bilgileniyordum.
Son görüşmemizde Arşalus “Annemi yitirdik,” derken ağlıyordu. İçimdeki boşluk iyice derinleşti. “Mezarına gideceğim,” deyince, “O gün buluşalım. Annem size vermem için bir armağan bıraktı, ziyaretine gidişiniz onu çok mutlu edecektir. Sizi çok severdi. Ben de sizi arayacaktım,” dedi.
Bir gün buluşup mezar ziyaretine gittik. Arşalus’un uzattığı paketi gözlerim yaşararak aldım. İş yerinden izin aldığını, hemen dönmesi gerektiğini söyleyerek erken ayrıldı.
Burada biraz daha gezinmek, duygularımla baş başa kalmak istiyordum.
Bu mezarlığın bizimkilerden farkı yalnızca taşlarının üzerindeki haçlar ve okuyamadığım, ne anlama geldiğini bilemediğim yazılardı. Manzara hep aynıydı. Siyaha yakın yeşil servilerin arasında saklambaç oynayan yalnızlık. Dinledikçe büyüyen, ürküten koyu sessizlik, gülmeyen, hüzünlü bir gökyüzü.
Bütün insanları aynılaştıran, aradaki farkları silen bu mezarlık beni yine hastane odamızda yaşadıklarıma götürdü. İçimde duyduğum kırgınlık ve üzüntüyle o altı kişilik koğuşa gittim.
Mezarının taşında belli ki adı soyadı, doğum ve ölüm tarihleri yazıyordu. Yazıların üzerinde elimi gezdirip her insan için geçerli olan duaları okudum. Tam ayrılacakken elinde bastonuyla kapıdan giren kadın dikkatimi çekti. Bir yerden anımsıyordum ama ilk anda çıkaramadım. Yan yana gelince Safure Hanım’ın derinden bakan gözlerini tanıdım. Hayretle sordum “Siz, siz ne arıyorsunuz burada?” Çok sevdiği birini görmüş gibi sevinçle yüzüme baktı. “Şaşırdın değil mi? İyi ki rastlaştık. Yattığım yerde duvarda bir sızıntı olunca beni senin boşalan yatağına Bayzer Hanım’ın yanına aldılar. Senden sonra çok ağrılarım oldu. Ellerim kalkmıyordu. O kadın var ya yattığı yerden uzanıp sağlam eliyle yemeğimi bile yedirdi. Meğer ne değerli insanmış. Bana öyle akıllı, güzel şeyler anlattı ki kısa zamanda dost olduk. İyileşmemde inan çok yararı oldu. Beni terbiye etti, insanlığımı temize çekti. Tamirat bitip eski yerime alacakları zaman istemedim. Bazen insanlar çok yanlış yapıyor. Biz sana ve ona çok haksızlık ettik. Buraya gelirken içimde bir huzur duyuyorum. Ondan helallik alıyorum anlayacağın. Oh seni de gördüm ya içim rahat artık. Sen de hakkını helal et!” dedi. Gözlerindeki o eski eleştiri ve bilmişlik silindi konuşurken, hatta nemlendiğini bile fark ettim. Eline uzanıp “Sizin adınıza çok sevindim,” dedim vedalaştık.
Bekleyemedim Arşalus’un verdiği paketi dönüş yolunda, vapurda açtım. Sayfaları iyice sararmış, bazıları ufalanacak kadar eskimiş müzik defteriydi içinden çıkan. Porte üzerinde mürekkebi soluklaşmış, çocuk elinden çıkma notalar, altlarında aynı acemi yazıyla Fransızca sözcükler… Bazıları bugüne ulaşmış tanıdık çocuk şarkıları…
Defterin arasından yakın yaşlarda çocukları gösteren bir müzik korosunun fotoğrafı çıktı. Yüzü daire içine alınmış esmer kız ikinci fotoğrafta keman çalıyordu…
Aynı günde yaşadığım yoğun duygulara teslim oldum, çevremdekilere aldırmadan defteri, fotoğrafları göğsüme bastırırken ağlıyordum…