Yirmi yaşımdan beri yaptığım gibi içimden belki on kez tekrarlıyorum.
“Bugün yapmayacaksın.”
Eşim yine gözlerini gözlerime dikti. Anlıyor… Yeter terapi parası diyordur eminim. Yapmayacağım canım deli miyim diyorum ben de beden dilimle. Kıpırdanmalarım onu huzursuz ediyor biliyorum. Bir öpücük konduruyorum dudaklarına. Merak etme çok iyiyim mesajı bu. Rahat bir nefes alıyor. Hastalığımı öğrendiğinden beri bir başka bakıyor bana.
Hava güzel. Buz gibi… Kalın paltolar her zaman tercihimdir. Kocaman çantamı koluma atıyorum. Sadece yürüyeceğim. Yürüyeceğim. Şöyle bir alışveriş merkezine gitsem. Bakınmak için canım. Ne demişti psikiyatristim “aklını karıştıracak yerlerden mümkün olduğunca uzak dur.” Tamam doktorcuğum da hava çok soğuk sıcak bir yer şu alışveriş merkezi.
“Bugün son olsun hadi…”
Heyecan dalgası yavaş yavaş sarıyor bedenimi. Alt kata iniyorum. Bilindik bir market. Kameraların bir kısmı göstermelik. Bunu öğrendim. Maliyet meselesi. Hepsinde aynıdır uygulama. Üzerinde ışık yanıyor mu o önemli. Rafları tek tek inceliyorum. Makarnalar, oyuncaklar, köpek mamaları, unlar, sütler, içkiler. İçki! Bugün hedefim bu. O koca şişeyi alabilmek, çantaya kimseye göstermeden sokabilmek. Heyecan dayanılır gibi değil. Kalbim deli gibi çarpıyor. Uzunca bir süre oyalanınca bir görevli yanıma yaklaşıp kibarca yardıma ihtiyacım olup olmadığını soruyor. “Var, yardıma ihtiyacım var. Defalarca gittiğim terapiler hiçbir işe yaramadı sen tedavi edebilir misin beni? Durduramıyorum kendimi, bu çalma dürtümü,” demiyorum tabii ki. Teşekkür edip incelemeye devam ediyorum. Kızcağıza güven vermiş olmalıyım. Şık kıyafetim, pahalı paltom, deri çantam, yüksek topuklu deri çizmelerimle. Görevli uzaklaşınca elime geçen ilk şişeyi o koca çantanın içine sokuşturuveriyorum. Üzerine de şalımı atıyorum. Terledim. Gören var mı diye etrafı kontrol ediyorum. Her şey normal! Bunların üzerine alarm da koyuyorlar, onun için aslında içki riskli ama ne çıkar? Heyecanım daha da artıyor. Bir elimle çantanın içindeki incecik metal barkodu bulmaya çalışıyorum. Sanki telefonumu arar gibi. Bulduğumda yavaşça söküyorum yerinden. Oyunun ikinci perdesi başlıyor benim için. Etiketi görünmeyecek bir yere atıyorum. Biraz fındık fıstık alıyorum, kasaya doğru ilerliyorum. Sanki sırat köprüsünden geçecek biriyim. Damarlarımda dolaşan adrenalin başımı döndürüyor. Ya yakalanırsam? Ya beni polise teslim ederlerse?
İtibar… Kocamın zırvalamaları… Annemin ağlamaları… Baban olacak adam da böyleydi boyu devrilesice söylenmeleri… Doktorumun kaç gündür ne güzel gidiyordunuz sil baştan mı başlayacağız şimdi bakışları…
Yakalanmamalıyım. Bugüne kadar ilk seferim dışında beni yakalamayı başaramadılar, peki ya şimdi? Önümde uzunca bir kuyruk var. Bana bakan var mı diye bir kez daha fark ettirmeden tarıyorum etrafı. Herkes kendi derdine düşmüş. Önümdeki genç elimdeki iki parça şeye bakıp sırasını teklif ediyor bana. Onun sepeti dolu. Teşekkür ederek geçiyorum. Kasaya bir adım kaldı. Geri mi dönsem? Korku, heyecan iç içe geçmiş sarıyor beni. Tam o sırada arkamdan bir ses “Han’fendi, bakar mısınız?” Bakamam. “Han’fendi? Size söylüyorum.” Kaçmalıyım, kaçmalıyım. Fındık fıstığı tezgâha bırakıp önümdekini iterek kapıdan koşar adım çıkıyorum. Alarm ötmüyor. Arkamdan birinin bağırarak geldiğini duyuyorum. Nerede bu lanet çıkış kapısı? Aptal topuklar, lanet kadın bunlarla koşulur mu? Derken bir el omzuma değiyor. Bittim ben. Elimi çantama atıp hazinemi teslim etmek isterken, görevli şalımı uzatıyor. “Bunu düşürmüşsünüz. Neden böyle koştunuz anlamadım ki?” “Ah, çok teşekkür ederim, benim panik atağım var da bir an kalbim sıkıştı,” diyorum. “Ha” diyor, ne demek istediğimi anlayıp anlamadığımı bile bilmeden.
Yarın değil, diyorum kendime. Yarın yapmayacağım. Yeter artık bu heyecan. Yarın yapmayacağım. Alışveriş merkezinden çıkınca şişeyi bir çöp kutusuna atıp taksiye biniyorum.