Kadın, hasta yatağında upuzun, ölü gibi yatıyor. Kupkuru teninin balmumu görüntüsü bütün soğukluğuyla ecza kokan odayı kaplıyor. Kızı da başucunda otuz iki gündür aynı şeyleri tekrarlıyor. Her akşam mesai çıkışı geliyor, onu sağından soluna ya da solundan sağına çevirip tüm vücudunu has gülsuyuna batırdığı pamuklarla okşarcasına siliyor. Yastığının kılıfını değiştirip kabartıyor, saçını taradıktan sonra, saat tam 22’de tekrar gelmek üzere çıkıp gidiyor.
Bu sade, sessiz, anlamsız dinginlik içindeki ‘anneli’ odada otuz iki gündür her akşamüstü, her gece, her sabah aynı şeyleri yineleyip duruyor. Gecenin sonunda oturduğu koltuğun kolundaki düğmeye basarak, sırtını dayadığı bölümün sakince inmesini izliyor. Ardından sırası önceden belirlenmiş bir dizi yinelemeyle günü sonlandırıyor; gömme dolaptan yastığı, çarşafı pikeyi alıp koltuğa yayma, banyoya gitme, bir önceki geceyi orada da yineleme, yinelemelerin eşliğinde yaşamı devindirme…
Otuz iki gündür aynı şeyleri aynı sırayla, aynı zamanda yapmak.
Otuz iki gecedir aynı saatte 00.42’de ışığı söndürüp yatmak.
Otuz iki gündür evdeki aynılığından çıkıp başka bir kapanda aynılığı yaşamak.
Otuz iki gündür yazgısına yeni eklemlenmiş olana ayak uydurmak…
… …
Hasta yatağında yatan kadının adı yok. Annesi…
Hep hastalıklı, hep marazlı, hep sinirli, hep sevgisizzzz! Hep annesi…
Annenin hastalığının da adı yok. Hiç olmadı. Hastalıklı düşmüştü anasının hastalıklı rahmine, mirası devraldı. Nöbetler halinde gelen titremelerine, baygınlıklarına hep aynı şeyi söylediler; ‘Üstünde kaldı anasının marazı, ananın kaderi kızına.’
Oysa yaşam nöbetlerden sonra bağışlanıyordu anneye. Viraneye dönen kadınlığı, ancak ağır nöbetlerden sonra, ortalarda görünmeyen kocaya kavuşuyordu. Yüzünün güldüğü, güzelleştiği anları, kadınlığını hatta ona özel kurgulanmış hayatı, ancak nöbetlerden sonra yaşıyordu. Ev ancak o nöbetlerden sonra varlığının gölgesinde savrulduğu babaya kavuşuyordu. Aile oluyor, çoğalıyordu, bir coşku dalgasıyla güzelleşiyordu bütün ev.
Baba, annenin hastalığı boyunca evde kalarak sevecen koca rolünü üstleniyordu. İnledikçe elini tutup saçlarını okşadığı kadın; pırıl pırıl parlayan cildi, pürüzsüz yüzünü çevreleyen dalgalı kestane saçları, kaşlarına değen kirpikleriyle seyrine doyulmaz güzelliğine kavuşuyordu. O güzelliği yatağının beyaz kanaviçe işli örtüleri arasına serip Binbir Gece Masalları’nın büyüsünde zamana işaret koyuyordu. İşte o zaman yüzündeki huzur bütün eve hatta şehre yayılıyor, okuduğu kitaplardaki mutlu yuvaların sıcaklığını kendi evlerinde de hissediyordu. O özel anlarda annesi hiç iyileşmesin diye dua ediyordu.
Tanrı duysun da anne hiç iyileşmesin, hep böyle kalsın! Diye ne çok dua…
Dualar, çalan telefon babayı gerçek hayatına çağırıncaya, eve gerçek zamanı hatırlatıncaya dek sürüyordu durmamacasına. O zaman baba kendi dünyasına, ev de içinde debelendiği kâbusuna dönüyordu. O anlarda annesi iyileşmesin diye ne çok dua ediyordu!
Hiç iyileşmesin, hep böyle kalsın, hep babayla kalsın diye, ne çok… Ne çok! Ne çoook!
Gelen telefonla ev babasını kaybediyordu, kadın kocasının ilgisini. İşte o zaman anne, fırtına vurmuş gül bahçesine dönen yüzüyle histerik, saldırgan, sinirli kadın olup çıkıyor, o güzel tablonun parçalanmışlığında dağılıp yok oluyordu. Geriye kalanlar dünyayı yaşanmaz kılıyor, gölgesini bırakıp giden babanın arkasındaki harabenin yükünü kaldırmak, tozunu süpürmek ona düşüyordu. O anlar ne çok dua ediyordu tanrıya, annesi yeniden, hem de çabucak hastalansın diye. Ne çoook!
Tanrı duymuyordu!
…
Uzaktan gelen ezan sesiyle uyandı ya da her zamanki alışkanlıkla öyle sandı. Doktorların hastalarına, hastaların doktorlarına ulaşmak için upuzun zamanı gerektiren, katları göğe değen bu son moda hastanelerde, dilleri, halleri, dertleri birbirine karışmış, yazgılarının yükünü sırtlamış kalabalığın oradan oraya koşturduğu Babil Kulesi’nin 8. Katında, ezan sesini duymak mümkün müydü?
Değildi elbette! Seslenen çocukluğuydu. Her sabah ezan sesiyle yatağından fırlamaya alıştığı, annesinin paramparça histerik günleri, o günlerin çocukluğunu zapt eden tedirginliğiydi seslenen.
Bir süre gözlerini kıpırtısız yatan kadına dikerek oturdu. Upuzun yatıyordu. Upuzun ve balmumundan! Ecza kokan odayı dolduran soğukluğuyla! Kıpırtısız!
Yoksa? …
Kalktı, yanına kadar gidip üstündeki örtünün belli belirsiz inip kalkışını kontrol etti. Canlıydı örtü.
Ortalık ışımaya başlamamıştı henüz. Saatler sabahı gösteriyordu ama zaman daha güne evrilmemişti. Yalancı çağın, yalancı saatlerine tanıklık ediyordu. Odanın ışımasıyla birlikte kadında kıpırtılar, çırpınmalar başladı. Örtünün altında göğsü hızlı hızlı inip kalkıyor, iniltisi göğsünü parçalıyordu. Fırlayıp yanına gitti, ellerini tutup saçlarını okşamaya başladı. Sekiz yaşında kız çocuğuydu yeniden, babası da yanındaydı. Sakinleştirmeye çalışıyorlardı elbirliğiyle anneyi. Bir süre sonra duruldu kadın, gözlerini açtı. Kızın gözlerine hayal kırıklığı ve üzüntü taşıyan kırgın bakışlarını dikip
“Baban! Baban nerede?” diye haykırdı.
Otuz İki gündür uyuyan o değilmiş gibi kaldığı yerden hayatına devam ediyordu. Örselenmiş duygularına teslim oldu. “Babam…” diye düşündü. “Olsa ne iyi olurdu.” Yatağında bütün güzelliğiyle yatan annesini ayağa kaldırmaya çalıştığı o günlerdeydi. Kadınsa o zamanlardan kalma kızgın gözlerini gözlerine dikmişti. Çattığı kaşlarıyla yine karşısında kendisi için çırpınan kız çocuğunu görmezden geliyordu.
“Babanı özledim! Nerede?”
“Ya beni?” diye feryat etti bütün duyguları. Engelleyemediği kızgınlığı dilinde patladı, “Tez zamanda görürsün inşallah!”
Sesinin şiddetinden oda kapısı gürültüyle duvara çarparak açıldı. Hemşireler içeri doluştular. Birileri omuzlarından tutup, hasta yatağından uzaklaştırdı, koltuğa oturttu onu. Bir diğeri yanına gelip “Sakin olun, korkmayın” diye yatıştırmaya çalıştı. Genç stajyer doktorlardan biri koşturarak girdi odaya. Çırpınması duran kadınının nabzını tutan hemşire doktoru görünce olumsuz anlamda başını salladı. Doktor hemen kalp masajı yapmaya başladı. Ter alnından yanaklarına akarken bıraktı masajı. Yanındaki hemşireye bir şeyler söyledi. Cebinden telefonunu çıkarıp “7.42” dedi, yorulmuş sesle.
“Hastane bu kadar büyük olunca olmadı yine!” diye devam etti kızgınlıkla.
Diğer bir hemşire atıldı;
“Bu böyle olmaz doktor hanım. Hep geç kalıyoruz, devasa binada koşturup duruyoruz yine de hiçbir iyiliğe ulaşamıyoruz!”
“Başınız sağ olsun” diyor bir diğeri elini tutup.
Tuhaf bir rahatlama yayılıyor içine.
“Keşke kavuşmaları daha önce dileseydin,” diye fısıldıyor derinlerden bir ses, devam ediyor buruk, sitemkâr, “duyan birileri varmış,”
Geç de olsa…