“Eller yukarı” dedi kara bıyıklı, kalın sesli, nefesi soğan kokulu, silahlı adam: adı Recep.
Eline ilk kez aldığı silahın soğukluğu bütün koluna, omzuna kadar yayılmıştı. Ürkütücü bir heykel gibi dikilmişti gece ayazında sokağın ortasında. Donuk bakışları ve ağır çekim hareketleri Eminönü alt geçitte satılan eli kolu beli bacağı oynamayan dandik oyuncak bebekleri andırıyordu. Kirli sakalı ve yamuk burnunun sevimsizliğine katkısı ise gözden kaçacak gibi değildi.
Kayınpederi boyuna, posuna, kilosuna, işsizliğine, kira vermeden oturduğu eve dokunan incitici bir konuşma yapmıştı Recep’e. “Kırk yılın başında bir şey istiyoruz senden. Karının babasının evinde bedavaya oturmayı biliyorsun. Bir işimize yara be damat. Ben sana git vur mu diyorum oğlum? Tövbe tövbee! Azıcık silahın ucunu göster, höt zöt konuş, ödü bokuna karışır zaten ibnenin. Ne kirayı arttırıyor, ne evi boşaltıyor Allah’ın cezası. Çıkacaksın karşısına “İsmail, sana Mahmut abinin selamını getirdim, güzellikle ay sonuna kadar evi boşaltın, adamın asabını bozmayın” diyeceksin,” demişti.
“Eller yukarı,” dedi Recep.
Hıdır; leopar kürkünün ve likralı gömleğinin içinde sırılsıklam terlemiş, saçı başı ucuz parfüm ve sigara dumanı kokan, bütün akşamı ayağındaki lame botların sivri burunlarına kaba saba küfürler ederek geçirmiş bir Tarlabaşı insanı. Bir elli beş boyuyla tarla kuşu Hıdır. Çişi gelmiş, sabah misler gibi ciflediği tuvalete huzur içinde mesanesini boşaltmak hayaliyle evine ulaşmaya çalışırken kuytuda kıstırılan Hıdır…
– Ayol, bütün akşam saçma sapan tiplerle “hahaha hihihi” eller havaya yapmışım. Mesaim bitmiş, sağdan sağdan evime dönüyorum. Sen de çıkmışsın “eller yukarı” diyorsun.
– Çok konuşma! Eller yukarı!
– Eller havaya! Eller yukarı! Sizin ne derdiniz var ayol benim ellerimle?
– Hasbinallah! Nasıl bir çeşitsin lan sen!
– Çeşit mi? Yok elinin körü. Bu saatte buradan Kraliçe Elizabet mi geçecek sandın?
Kara bıyıklı Recep tarla kuşu Hıdır’a bir adım yaklaştı. Niyeti ciddi, gözleri kanlıydı. Geçici değil kalıcı hasarlar ima ediyordu. Tarla kuşu korktu.
– Kaldırdım ayol ellerimi. Benimki bu kadar kalkıyor.
– Kes!
– Nasıl keseyim anam, o işler kolay değil.
– Abuk subuk konuşmayı kes! Beni delirtme! Son kez söylüyorum! Eller yukarı!
Hıdır çişini daha fazla tutamadı, silahlı ve sinirli adamın gözü önünde paçalarından aşağı ılık ılık akmasına izin verdi. Utandı bu halinden. Başı önde, kaldırdı ellerini yukarı, daha yukarı, en yukarı. Acısından “Aayy!” diye tiz bir çığlık attı.
– Benim adım Hıdır, elimden gelen budur canım!
– Hıdır mı?? Pardon birader…
Pardonlu, biraderli, evirmeli çevirmeli küfürler döşedi içinden Hıdır. Çantasının askısını omzuna yerleştirdi. “Altımıza sıçırtmadan adımızı sorsaydınız keşke,” dedi. Daha uzun trip atmaya cesareti yetmedi. Soğan kokulu adamın yanından geçip küçük ve hızlı adımlarla sokağın sonuna kadar koşar adım yürüdü. Köşeyi dönüp gözden kaybolmadan önce, yerini hiç değiştirmeden kendisini izlemeye devam eden Recep’e seslendi.
– Kraliçe öldü ayol, bekleme boşuna!