Stajyer olarak başladığım kurumda, göz diktiğim muhabir kadrosuna geçmek umduğumdan kolay olmuştu. Anlamlandıramadığım, kadrolu olur olmaz cevvalliğimi öve öve bitiremeyen yazı işleri müdürümün gözünden düşmemdi. Aylardır her önerimin geri çevrilmesinden bıkmış, köşeme çekilip pineklemeye başlamıştım. Bunu da özellikle yazı işleri müdürünün dikkatini çekecek biçimde yapıyordum.
Hamilelikten futbola, sinemadan fındık toplayanlara aklımın yettiği konularda dosyalar hazırlamayı, çeşitli röportajlar yapmayı önermiş, her defasında sırası değil, rakip yayın yeni yaptı, bayatladı, ilgi çekmez benzeri gerekçelerle reddeden müdürün, ölü balık gözleriyle beni süzmesine katlanmıştım.
Sonunda taktik tutmuş boş oturmam sinirine dokunmaya başlamış olmalıydı ki “Hiç sesin çıkmıyor, tatil köyü mü burası? Masana bir de kokteyl yollayalım bari!” Diyerek hoşnutsuzluğunu açığa vurmuştu. Sesinde, sessiz protestomu anlayan bir tını vardı. “Boş oturana ekmek yok, sen KAP Holding CEO’su Nafi beyle güzel bir röp -röportaja kısaca röp derdi- yapsana” dedi.
Heyecanlanmıştım ama bir yandan da hayal kırıklığıyla “İyi de daha geçen hafta yılın en başarılı işadamı ödülü aldı, bütün ekonomi dergileri, gazetelerin ekonomi sayfaları ondan söz etti. Sizce bayatlamadı mı artık?” “Oğlum dur bir dinle, onlar borsa, faiz, kur, gelecek yatırımları, dolar paritesi bildik ekonomik zevzeklikler, sen, taptaze kimsenin bilmediği bir konu üzerine haber yapacaksın. Memleketin sayılı avcılarındandır, kulüp başkanı olması bir yana dünyanın en uzak köşelerine ava gider, bunu da yakın çevresi dışında kimse bilmez, kamuoyu seninle duyacak, sadece işadamlarıyla paylaşır maceralarını ama holding ilanları için hatırı sayılır bir indirim yapacağımızı söyleyince yelkenleri suya indirdi. Haydi bakalım göreyim seni, sana bazı bilgileri vereceğim, üzerinde çalış hazırlıklı git.”
Sesim boğazımda düğümlendi. Müdürün ölü balık gözleri, yerim ulan senin protestonu, dünkü çocuk kalkmış bana tavır koyuyor, sen kimsin be dercesine, hayvanseverliği dillere destan muhabirinden rövanşını almanın hazzıyla yıldız yıldızdı.
Arkadaşlarımdan birkaçı kıskançlıkla ″hadi iyisin″ diyerek, gerdeğe girecek damat gibi sırtıma pat pat vurarak itelediler.
Çok sıcak karşıladı beni Nafi Bey. Yakışıklı denmese de üst baş, hal tavır ve dinamizmiyle çirkinlik nitelemesini bertaraf edecek bir görünüm kazanmıştı.
Uzattığı kokteyl bardağını teşekkür ederek aldım. Çubuğu gözüyle işaret ederek ayının penis kemiği dedi. Yanlış anlamış olduğumu düşünüp komik duruma düşmemek için kibarca gülümsememi sürdürdüm. ″Sendekini″ dedi, -bulunduğu konum herkesle senli benli olmasını sağlıyor olmalıydı- ″satın aldım, bendeki″ derken, çok değerli bir parçayı incelercesine kokteyl çubuğunu havaya tuttu, gözlerini kısarak, ″işte bu şaheserimdir, koleksiyonumun en özel parçasıdır″ sözleri dilinden şehvetle döküldü.
″Ayının″ dedim ″nesi?″ “Ayının penis kemiği!” Bunu derken çökük yanakları iki yandan gerilirmişçesine güldü. ″Buyurun içeri geçelim″ demesiyle fotoğraf makinemle birlikte ayağa kalktım.
Duvarlardan ikisinin silme resim, birinin avladığı tahnit hayvanlarla dolu, kalanın da pencere olduğu odaya girdik. Gururla, kahramanlık pozu verdiği fotoğrafın önünde durdu; Elindeki kokteyl çubuğunu orkestra şefi gibi kibarca tutarak “Kemiğin sahibi bu kutup ayısı. Çekmene gerek yok, ben sana maillerim” dedi.
Yerde yatan beyaz ayının kürkü karla karışmış, kanı ise çarpıcı bir tezat oluşturmuştu. Karşımdaki gururlu adam, resimde bir ayağını ayının başı üstüne koymuş, av silahını karlara saplamış, neşeli, geniş bir gülümsemeyle parlak beyaz dişlerini ortaya çıkarmıştı.
Ayıyı nasıl vurduğunu yaşayarak anlatmaya başladı.
Aynı anda bilgisayarımın dikte seçeneğini devreye soktum. Bu iş için kalkıp Bering Boğazı’ndaki bir adaya gidişini, av turunu, rehberini, ayıyı nasıl kıstırdıklarını uzun uzun anlattı.
Bir resim galerisinde geziyormuşçasına, aynı ebatta büyütülmüş fotoğrafların önünde birer birer durarak, uzun açıklamalarla, o anları tekrar yaşayarak anlatmayı sürdürdü. Hazırlıksız gelmediğimi göstermek için arada birkaç cümleyle onu tamamlıyor ya da kısa sorular yöneltiyordum.
Dönüp dolaşıp en büyük hikâyesine bağlıyordu cümlesini, o başyapıtıydı. “Temiz iş, dişi ayı olsa arkada yavrusu kalacaktı hah haa, yavrular anasız kalmasın değil mi ama. Burada önemli olan penis kemiği, bu kemiklerin ucuna” benimkini işaret ederek, “minik bir güllecik, bir topuz yerleştiriliyor. Bak seninki şıngırdıyor. İçkiye özel bir tat katıyor” dedi. Doğru mu söylüyordu, beni işletiyor muydu anlayamadığımdan, sorgulayan bakışlarla sessiz kalmayı tercih ettim, rakı balıktan öte pek içki kültürüm olmadığından yudumladığım kokteylin tadından bir ipucu yakalamam olanaksızdı. O kadar hazırlanmama karşın hazırlıksız yakalanmış gibi hissediyordum. Ayının penis kemiği olup olmadığını bilmiyordum bile. Nafi Bey ise beni ters köşeye yatırmanın keyfini çıkarıyor havalarındaydı.
Kemiği hayvanın vücudundan nasıl çıkardığını da anlattı. Ama nedense o görüntüleri kaydetmemişti. Beni atlatmasına izin vermemek için üsteledim, bu defa da işi şakaya vurarak “Sen de her şeye kanıyorsun ayının penis kemiği yok ki” diye gürültülü bir kahkaha patlattı. Yani koskoca röportaj asparagas mıydı? Ne haliniz varsa görün, ilan indirimleri de asparagas olur bu durumda diye avundum şaşkınca.
Röportaj bittiğinde pencerenin pek aydınlatamadığı mağaramsı odadan çıkarken “Ne zaman yayınlanacak?” diye sordu. ″Ay sonuna planladık. Pek zamanımız yok″ diyordum ki, yazı işlerini mest edecek teklifi patlattı; “Ben senin müdürle konuşur, birkaç gün ek süre isterim, bu hafta sonu kulüpteki arkadaşlarla av partimiz var, sen de gel, benim özel uçağımla sabah çıkarız, kaptan seni geri getirir, biz arkadaşlarla hafta başı döneceğiz. İnsanın soluğunu kesen, heyecanlı avcılık ruhunu yaşayarak anlarsın, röportajın daha etkili olur.”
Hafta sonu buluşmak üzere yanından ayrılırken kokteyl çubuğunu uzattı, “Hediyem, günün anısına, saklarsın, ben her gidişte bir tane avlıyorum nasılsa” dedi yine aynı gürültülü kahkahasıyla.
Uçaktaki içki servisi mükemmeldi. Onlar konyak içtiler ben romda karar kıldım. Bu küçük avcı grubundaki şımarık çocuk tavırlı koca koca adamların, toplumca tanınan önemli simalar olduğunu epeyce bir zaman sonra fark ettim.
Avcılar kısa yolculuk süresince yeni çıkan av malzemeleri üzerine deneyimlerini paylaştılar ve arkadaşlarının av maceraları üzerine bol bol espri patlattılar. Uçak, karların henüz kalkmadığı dağlık bölgenin tepesine indiğinde, üst üste devirdiğim romlar etkisini göstermişti. Gözlerim bulanıklaşmış, başım da hafiften dönmeye başlamıştı. “Rakımdan” dedi gülerek Nafi Bey. Bu yükseklikte olur böyle.
Çadırlarını kurdular, su geçirmez tedarik malzeme kutusunu baş köşeye yerleştirdiler. Keyifli ıslıklar eşliğinde donandılar. İçlerinden biri, ″fosforlu yelek giymeyin, kamuflaj yapacağız ona göre″ diye talimat verdi.
″Telsiz kullanıldığına ilk kez tanık oluyorum″ dedim Nafi Bey’e. Sanki hep avdaymışım gibi konuştum dedim kendi kendime, gülerek. Oysa ilk kez bulunuyordum can pazarlığının yaşandığı bu yapay savaş ortamında. Bir ceylan, peşinde de altı kişi…
Nafi Bey, varlığımı hatırlamış olmalı ki, aniden dürbünü bana uzattı, ″bak″ dedi, ″gözlerine bak, avının gözlerinin içine bakmayı bilmelisin, ne tarafa kaçmak isteyeceğini sezmelisin, kaçış yolunu kesmelisin, bunlar hep deneyimle kazanılıyor, yüzlerce kez çıktım bu avlara″ dedi kısık sesle. Sonra yine varlığımı unuttu, kendini tamamen oyununa kaptırmış bir çocuk gibi dünyayla ilişiğini kesti. Şimdi artık sadece avı ve kendisi vardı bu dünyada.
Ekip sessizliğe gömüldü. Bu tek taraflı mücadelede çıt çıkarsalar ceylan onları avlayacakmış gibi davranıyorlardı. Olsa olsa kaçabilirdi sadece.
Ceylanın bulunduğu hafif yükselti, beyaz, ağaçlık bir yerdi. Yavaşça dürbünü aldım. Nafi Bey’in dediği gibi gözlerine baktım. Dergiler, filmler fotoğraflar dışında ilk kez bir ceylanın gözlerini görüyordum. Şimdiye dek pek çok görselde gördüğümden çok daha derin, çok daha ürkekti bu gözler.
Nafi Bey, sırtını bir tümseğe dayamış hayvana tam nişan almak için hafifçe yan yatmış, tüfeği ceylanın bulunduğu minik tepeye doğrultmuştu. Gözünün birini tüfeğe yapıştırmış, açıktaki gözünü de tamamen kısmıştı. ″Şişşt izle şimdi″ dedi.
Başım dönüyordu. Ayaklarım kayıyor, gözlerim kararıyordu. Ne vardı bu kadar içecek? Ellerimi cebimden çıkardım, bir yerlere tutunmalıydım. Ölüm sessizliği dedikleri bu olsa gerekti. Nafi Bey’in üzerine düşerken kokteyl çubuğunu kavrayan elim, kısılmış gözüne olanca hıncımla saplandı. Bir anda üstüne düşmemle pozisyonu bozulan Nafi Bey’in tüfeği ateş aldı. Kap Holding CEO’su Avcı Nafi Bey’in feryadı, tüfeğin ve havalanan birkaç kuşun kanat çırpışına karışıp gitti. Ceylanın uzaklaşırken bana baktığını Allah sizi inandırsın dürbünsüz gördüm. Nafi Bey’in çıkan gözünden akan kan, beyazla müthiş tezattı. Tıpkı kutup ayısınınki gibi.
Kafamda haber-röportajın başlığını yerleştirdim: “Başarılı işadamının geçirdiği talihsiz av kazası”.