Serendipity; yıllar önce çok sevdiğim yazar Yıldırım Türker’in bir makalesinde karşılaşmıştım Türkçesi mutlu tesadüf anlamına gelen bu sözcükle. Yazar sözcüğü serendipçe olarak kullanmıştı.
Yaşamıma mutlu kaza, mutlu tesadüf, umulmayan bir ışık olarak girdin Covid-19; şaşırmış olmalısın, herkes senin yüzünden düştüğü durumlardan yakınırken, benim neredeyse seni kurtarıcım olarak görmeme.
Şaşırma; öyle şeyler vardır ki, dile getirilmesi tanımlanması zordur ama yaşamaktan kaçınamazsın, o seni bulur, kendine mahkûm eder. Kader der kimisi, ben ne diyeceğimi bilmiyorum, bulamadım bir tanımlama, sadece yaşıyorum.
Bana neden iyi geldin biliyor musun ya da fazla etkilemedin? Hayır; ben zaten evdeydim, benim için değişen bir şey olmadı değil cevabım ya da oh doğa kendine geldi, yeni bir toplumsal düzen gelecek falan değil. Tam olarak tanımlayamadığım ama yine de anlatmaya çalışacağım bir durumdaydım uzun zamandır, belki de yaşamım boyunca. Tribünden yaşamın karmaşışına uğultusuna bakıyor, kulaklarımı kapatarak locama saklanıyordum. Bu ürkütücü, öğütücü çarkın dişlileri herkes için aynı hızla dönmüyordu. Adım adım, yıl yıl, yaş yaş, ay ay, hafta hafta, gün gün… beni kemirmeye başladı. Bütün bu yıllar aylar günler ve saatler, göğsün ortalarına gelen bir noktada sıkışmaya ağrımaya başladı.
İnsanların kendilerine göre dertleri sıkıntıları vardır. Gençken çok farkında olunmaz, olunsa da yıllar vardır üstesinden gelmek için, umut vardır. Ne bileyim, sen korkaklık de, ben beceriksizlik… olmadı, dikiş tutmadı bir türlü. Kendimi hiçbir zaman, sabah gül yaprağına damlamış çiğ damlası gibi hafif duyumsamadım. Çok şeyin üstesinden geldim. Ama yıllar ilerledikçe, giderek kan kaybettiğimi fark ettiğimde ömrümün yarısından çoğu geçmişti. Elimde bir çekiç soluksuz oyun konsolundaki her yuvadan başını uzatan kafalara vuruyordum; birine, ikisine, üçüne, beşine yetişsem de bitmiyor sürekli çıkıyordu. Kurgu buydu.
Kendini benim gibi oyuna çok kaptıranların sayısı ohoo ne sen sor ne ben söyleyeyim, bir kısmıyla hayat beni karşılaştırdı, yarı ölüydüler.
Covid-19’cuğum, yaşam aslında çok sade bir döngü. Doğarsın, büyürsün ölürsün. O döngü sırasında oluyor ne oluyorsa. Çocukluğunun tadına varamadan büyütüveriyorlar kimilerimizi aniden. Har har har koşmak o zaman başlar. Özellikle çevrendekiler tadına vara vara büyüyüp gençliğe adım atarken sen çoktan yaşlılığa geçmişsindir. Bir şeyler yapayım dersin, aile kurayım, iş bulayım, köklenme arayışı çağırır seni. Etrafındakiler köklenir, genişler, gönenirken yalnızlaştığını dakika dakika duyumsarsın.
Öyle böyle değil, yalnızlığa övgüler döktüren dizeleri sosyal medyada paylaşmaya benzemez bu! Seni dünyaya kafa tutuyor sanır kimileri, kıskanır bile, vay be kadına bak! Çaresizliğini özgürlük, farklı görünme çabası diye küçümseyen bile çıkar. Yani Covid-19, insanlar John Locke’un dediği gibi bir tabula rasa -boş beyaz levha- ile doğarlar ama o levhaya hep aynı şarkının görünmez notaları yazılıdır. Çoğunluk şaşırmadan ezberler. Herkes aynı yolu izler; evlenir, ürer, boşanır, bir yastıkta kocar, güler ağlar, bu süreç kuşaklarca birbirini izler. Bütün bunlar olup biterken bir sürü dert yaşanır ama süreç aksamaz! İşte o dertlerin dozları değişkendir. Ya da muhataplarının dayanma dereceleri.
Covid-19, biz dünyaya gelirken nelerle karşılacağımızı bilmeyiz. Elimizde toplumsal kültürün burnumuza dayadığı hazır reçeten başka bir şey yoktur. Ama o hazır reçete her bünyeye uygun olmuyor. Aslında çok güzeldir, masallardaki gibi onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine… Ne murada erersin ne de bir yerlere çıkarsın, çünkü paylarımıza ne düşeceği bilinmeden hepimizden aynı şeyler beklenir.
Yani bilmiyorum bir şeyler anlatabildim mi? Sen Çin’den başlayarak ülkeleri turlamaya başladığında buraya geldiğin zaman bu “mutlu tesadüfü” yaşayacağımı bilemezdim. Çok da abartmak istemem “tesadüf” iyi de “mutluluk” demeyeyim.
Benim derli toplu görünen minik yaşamımdaki dağınıklığa sığmaz mutluluk.
Çoğunluğun senin teşrifinle yaşamaya başladıklarını ben hep yaşıyordum. Ruhum karantinadaydı, beynim özgür. Çatışıp duruyorlardı. Bu çatışma beni kemiriyor tüketiyordu. Çoğunluğun bu dönemde yaşadıklarını ben çok öncelerden beri yaşıyordum. Önay Sözer’in Sonradan Yaşamak adlı bir kitabını okudum bu yakınlarda, benimki de önceden yaşamak olsun.
Kafka; bilen bilir, sen bilmesen de işte onun kitaplarındaki gibi görünmez bir pranga ile bağlıydım kendi görünmez hücreme. Çevremdekilerden kimilerine göre ben bu prangalara gönüllüymüşüm, nasıl oluyorsa bu! Kendi yaşamlarının penceresinden bakarak karşı pencerede olup biten hakkında hüküm vermek kolay geliyor insanlara ben de yapıyorum bunu çoğu zaman. E ne de olsa aynı fabrikadan çıkmayız hepimiz. Aynı eğitim, aynı kültür.
Benim görünmeyen prangalarım, ki aslında herkesin görünmeyen prangaları vardır, iş, aile, şu bu. Bu yüzden Kafka çok benimsenmiş olabilir. Ama onlar bu prangaları yaşam pratiğine uydurmuşlar. Herkes için olağan şeyler yüklerini hafifletiyor, keyifli yanlarını bile bulmuşlar. Düğünler, torun büyütmeler, çekilenin gelecekte meyvesini alacak olmanın doyumu.
Evet, şimdi buldum, prangalar amaçlarımızın, iradelerimizin, -özgürlük demiyorum, çünkü özgürlük elde edilebilen ama bedeli çok ağır olan bir yaşam biçimi, tabii bilinçli özgürlükten söz ediyorum sorumsuzluktan değil- önüne tıkaç olan her şey. Benim de böyle elimi kolumu bağlayan ve bir defacık bahşedilmiş yaşamımın, gözümün önünde bahar güneşi altında hızla eriyen buza dönüşüne katlanmak zorunda bırakan bazı tıkaçlarım var.
Kimimiz hep yaşamın planlarına yenilir. Bu süreklilik kazanınca, hep olagidecek sanısı insanı bunaltır.
Peki, sen niye mutlu tesadüfsün? Bütün bu içsel karmaşada senin hayata verdirttiğin mola etrafımdakilerin hızını kesti de ondan. Etrafımdakilerin hızı kesilince benim görev ve sorumluluklarım birdenbire azaldı. Sakinleştim. Sakinlik bir iç zenginliğe dönüştü. Hayatıma hiçbir şey katmayan, biteviye tekrarlanan sorumluluklar ve yaşamın uğultusu azaldı. İnsanlar, ah insanlar, bu yavaşlıktan da bir şeyler çıkardılar, hurra diye sosyal medyadan şunu da yapalım bunu da yapalımlar başladı. Günlük yaşam sosyal medya üzerinden kaldığı yerden sürdürülmeye çalışılıyor şimdilerde. Olabildiğince ayak uydurmaya çalışıyorum. Hayır durulmuyor, duranın ölü muamelesi gördüğü bir kültürde biçimlenmiş varlıklarız biz. Tempo, tempo tempo diyen ses susmuyor, sen topyekün soyumuzu yok etmedikçe susmayacak sanıyorum.
Herkesin senden köşe bucak kaçtığını sanma. Ve sanma ki herkes yaşam enerjisiyle dolu! Ben de bayılırım demli bir çayı sakince, bir ağaç altında yudumlamaya, bir iki dostumla karşılıklı kahve içmeye. Ama bu bütünlenmeyi sağlamaz, asla ama asla, kahve bitince sen sensindir, o da o. Sabah gözünü açtığında böğründe bir ağırlıkla uyanır mısın sen, günü atlatıp bir an önce uyusam ve sürekli uyusam der misin, güneşin kışkırtıcılığına rağmen üstelik; demezsin, farklı varlık kategorisindeyiz.
Bence hayattan zevk alanlarla uğraşma, bırak yaşamın keyfini çıkarsınlar. Onlar, kendilerinin sürekli yaşadıkları olağan yaşamlar için, 30 yıl 40 yıl çaba gösterip de başa saranları nasıl olsa anlamayacaklar. Anlasalar ne yapabilirler ki?
Seni bu tarafa bekliyoruz. “Kadehinde zehir olsa ben içerim bana getir” diyenlerin tarafına.
Virüs olarak canlı varlıkların yaşam güdülerinin çok güçlü olduğunu biliyorsun ve söylediklerimin yoğun bir bunalım hesaplaşması olduğunu düşünüyorsun değil mi? Bilmem ki, yani nereden baktığına bağlı…
Elvancım harika bir anlatı. Çok icten, çağın dile gelişi gibi öznelden nesnele uzayan bir çığlık. Hayran kaldım.