Ne zaman o evin önünden geçsem kapıyı açıp iç giresim gelirdi. Dış görünüşündeki yalınlık burada yaşayan insanların yaşamından ip uçları taşırdı. Bu evde gerekli eşyalar dışında hiçbir şey yoktur diye düşünüyordum. Tüketimin tutsağı değildir bu evde yaşayanlar; kendi halindelik, yetinmişlik böyle duyumsatıyordu bana.
Çoğu kez yalnız oturan yaşlı bir kadın, hemen duygusal yanımı dürtülemişti. Geliş gidişlerimde bahçede onun dışında kimseyi görmeyişim – bir çocuk, onun yaşına denk bir adam- bu evde yalnız olduğunun göstergesiydi. Devamlı bahçesinde oluşu doğa sevgisi yanı sıra, gelen geçenle yalnızlığını gidermeydi sanki. Bahçe güzeldi, belli ki evde bulamadığını burada buluyordu. Pencere önündeki küpeler, yaprağı parlak begonyalar, coşkulu sardunyalar, kıvırcık saçlı bir çocuk başına benzeyen fesleğenler… Evin içinde onunla olmayan bahçesinin önünden geçen insanlar…
Eğer bahçede çalışmıyorsa, bir köşede oluşturulmuş çardağın koruyuculuğunda, -güneş, yağmur demeden- otururdu. Onu bu deli yeşilin içinde görünce çok keyiflenirdim. “Ne güzel ileri yaşına karşın bir huzur evinde değil de kendi evinde yaşıyor. Asıl huzur evi yaşlanınca bile içinde oturabildiği kendi evidir insanın” diye düşünmeden edemezdim.
Bahçeyle sokağı ayıran çitlere; parlak, batan güneş gibi turuncu Latin çiçekleri sarılmıştı. Onları her gördüğümde “Aman çok arsız. Yayılıp duruyor, söküp atıyorum, başa çıkamıyorum” diyen bir komşumu anımsıyordum. Hiçbir emek istemeden tek tohumdan böylesine coşkuyla çiçek veren bu bitkiye arsız demesine kızar, “Arsız demeyin Ayşe Hanım, nazsız, nazsız!” diyerek uyarırdım. “Bunlar arsızsa, siz de nankörsünüz,” diyemezdim ama o bakışımdan içimden hiç de güzel şeyler geçmediğini anlardı.
Köşeye kurulmuş çardakta sarılmayı seven bütün bitkiler kucak kucağaydı. Hanımelinin dalında gül açıyor sanırdınız. Gülün dalında yasemin, yaseminin dalında ise hanımeli. Yalnız çiçekleri mi karışırdı birbirine? En güzel kokulardan oluşmuş doğal bir parfüm sarar sarmalardı sizi.
Hele o hatmiler. Apartmanlar arasında kalan küçük evin bahçesinde, güneşe erişmek için başını göklere uzatan hatmiler… Bu kadar çok rengi ancak usta bir ressam renkleri karıştırıp bulabilir. Bordonun, kırmızının, pembenin en güzel tonları. Kendi aralarında etkileşerek oluşan, yavru ağzı, krem ve bütün hatmilerin nazlı gelini beyaz. Bol çiçekli, uzun boylu köylü güzelleri. Yine nazsız, kaprissiz, coşkulu… Gövdesinin alt tarafı kocaman ipeksi çiçeklerle, tepesi açacak goncalarla dolu, küçük bahçenin ipeklere bürünmüş Kybeleleri.
Bazı günler oradan geçerken gözümü kısıp bakardım. O zaman sanki yeşil zeminde çiçekler bezenmiş rengârenk bir kumaş görürdüm. Rüzgâr estikçe dalgalanmaları ise salına salına yürüyen genç bir kadının entarisi gibiydi.
Çardağa giden taş döşenmiş yol dışında, çiçeksiz tek toprak parçası göremezdiniz. Yapraklarının altına gizlenmiş menekşeler, her renkte, deli toplar gibi fışkırmış sardunyalar… Kokmak ve açmak için akşamın hüzünlü aydınlığını bekleyen, taç yapraklarında değişik renklerle gülen Akşam Sefaları…
Bahçede öyle kendini beğenmiş, parayla alınmış, hiçbir bitki yoktu. Bu çiçekler, el emeği göz nuru; bir arkadaşının verdiği, bir saksıdan alınmış, yan dalından çelikle üretilmiş, tohumdan yetiştirilmiş çiçeklerdi. Halktan bir insan gibi, emekçi, coşkulu, verimli. Lüks villaların bahçelerinde sağı solu kırpılarak şekil verilen mutsuz ağaçlara hiç benzemezlerdi. Oturdukları yeri zengin göstermek için alınmış ithal pahalı çiçekler bence bu emekçilerin eline su dökemezdi.
Yediği meyvelerin atmaya kıyamadığı çekirdeklerinden yetişen birkaç ağaç her yıl meyveler verir, bundan sokaktan geçen çocuklar da yararlanırdı. Bazen çardağın altında bir tepside kurutulmak üzere bekleyen meyveleri görünce bir karış toprağın bile biz insanlar için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anlardım.
Artık o evin önünden geçmeden edemiyordum. Pencere çıkmalarında, duvarların üstünde yapraktan çok çiçeği olan saksıları birer minyatür bahçeye benzetirdim. Onlar penceredeki perdenin ucundaki oyalar gibi görünür, evin kişiliğine çok yakışırdı.
Yaşlı kadını çoğu kez çiçeklerinin kurumuş yapraklarını ayıklayıp toprağını havalandırırken görürdüm. Elleri çiçeklerin üzerinde uçuşan kelebekler gibiydi. Bütün bu çiçekler onun yalnızlığına verilen bir selam gibi gelirdi bana.
Bir gün geçerken her zamanki gibi bahçede eğilip kalkıp bir şeyler yaptığını gördüm.
“Günaydın! Bahçeniz ne kadar güzel, ona çok emek verdiğiniz belli,”
“Doğru dersin kızım. Bahçem benim yaşam pınarım, bu çiçekler açtıkça ben gençleşiyorum.
Çiçekler insandan yalnız su ve sevgi ister. Verilecek en kolay şey.”
Latin çiçeğini gösterip “Tohumundan alabilir miyim?” dedim.
“Biraz daha beklemek lazım. İyice olgunlaşsın, ben toplar sana saklarım. Bir geçişinde
alırsın,” dedi.
Oradan geçtiğimde gözüm hep onda ve bahçede olurdu. Bakışımdan mı anlardı bilemem,
“Gel bir çayımı iç. Biraz ahbaplık yapalım,” dedi. Böyle bir daveti bekler gibi hemen bahçeye
daldım. Çay içerken konuştuk. Yaşamından anılar paylaştı benimle. Hani yalnız olan çoğu yaşlı yalnızlığından yakınır, “Çocuklarım uğramıyor, komşularım hâl hatır sormuyor,” diye dertlenip durur ya hiç öyle olmadı. Gözünün ışığı, neşesi pırıl pırıl gösteriyordu yüzünü. Çiçekleri gibi rengarenkti o gün. Neredeyse yüzündeki kırışıklar gülümsemesiyle yok olup gitmişti.
Yağmurlu, soğuk bir gün bahçenin önünden geçerken tam içeri girmek üzere gördüm onu.
Adımı eşikte, eli kapının pervazında, duraklayıp seslendi bana.
“Gel kızım gel, bugün aklıma düştü ısırganlı börek yaptım. Şimdi çayı da koyarım, gel,” dedi.
İlk kez evine giriyordum. Düşündüğüm gibiydi, yalın, sıcak ve geçmişin izleriyle bezenmiş. Tabağıma böreği koyarken “Çiçeklerimin arasından çıkmış bu ısırganlar, kıyamadım. Özenmiş, kendine bir parça yer bulup büyümüş, onu koparıp atarsam gönlü kırılırdı,” dedi.
O zaman lokantasının tabelasını kapatıyor diye üzeri meyve dolu turunç ağacını kesen esnaf geldi aklıma. En son gittiğimde gövdesinden on santimlik bir kütük görünce ağladığımı görenler, neden ağladığımı bilseler acaba duygularımı anlar mıydılar? Bunu anımsayınca iç geçirdim.
“Ne oldu kızım neden dertlendin?” sorusuna
“Sormayın,” dedim, “Allah insanları iyi kötü diye mi yaratıyor yoksa sonra mı kötü oluyorlar?” dedim.
Damlaların nazlı nazlı camdan süzüldüğü, çiçeklerin rengi yağmurla daha da parladığı o gün, gönlü kalmayan ısırganın damağımızda bıraktığı tat bir başka güzeldi.
Uzun zaman görüşemedik. İşlerimin yoğunluğu, hasta ablamı ziyarete gidişim, kendi hastalığım görüşmemizi geciktirdi. Bir demet çiçek alıp evine gittim.
Şaşırdım. Perdeler çekili, bahçe bakımsızdı. Yaşlı kadın bir yerlerde yoktu. Çardaktaki yeşillikler kurumuş, çitlere sarılmış turuncu çiçekler, sarılmayı bırakmış kendi üstüne düşmüş, çürümeye yüz tutmuştu. Yeşil bitlerden görünmez olmuştu güllerin goncaları. Kıvırcık saçlı fesleğen küçücük yapraklarını dökmüş, cılız çalılara dönmüştü.
Yaşlı kadının oturduğu sandalye masaya dayatılmış, öylece sessiz bekliyordu.
Bahçede tek yeşil, iyice boy atmış, direngen ısırganlardı…
İçimden geçen yıkımlar, elimde kalan çiçekler… Gözüme değen o çirkin ilan…
“SAHİBİNDEN SATILIK”
.