Kenan, özellikle annesi için aldığı eskilerden oluşan bir derleme albümü CD çalara koydu. Münir Nurettin’in sesi yayıldı arabanın içine.

Sana dün bir tepeden baktım aziz Istanbul
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiç bir yer
Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Annesi mırıldanarak eşlik etmeye başladı şarkıya. Döndü,

– Ne çok severdik babanla yollarda şarkı söyleye söyleye gitmeyi. Sesi de pek güzeldi rahmetlinin.
– Biliyorum, hatırlıyorum ben de. Bu kadar çok şarkıyı nasıl biliyorsunuz diye şaşırırdım sizi dinlerken.

Ilık bir Mayıs günü, sıcak vurmadan yola düşmüşlerdi annesi ve Ayşegül’le. Sabah serinliğinde Boğaz Köprüsünden geçip Osman Gazi Köprüsü, oradan da İzmir’di hedefleri. Daha doğrusu İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Birgi. Birgiliydi baba tarafı. Kenan ilkokula Birgi’de gitmiş, ortaokulda İstanbul’u kazanmıştı. Yaz tatilleri Birgi’deki çiftlikte geçerdi. Annesiyle babası Kenan için taşınmışlardı İstanbul’a. Kenan lisede yatılı okula gidince gene dönmüşlerdi çiftliğe. Babası aniden ölünce Kamer Hanım istememişti çiftlikte kalmak. İstanbul’a geri dönmüştü. Kenanla Ayşegül de, zaten kısa olan tatillerinde çiftliğe gitmek yerine her şeyin önlerine geldiği tatil köylerinden yana kullanıyorlardı tercihlerini. Babasından miras kalan çiftlik öylesine atıl duruyor, kimsenin işine yaramıyor ama annesi de babasından hatıra diye sattırmıyordu. Son zamanlarda da çok sık bahseder olmuştu çiftlikteki günlerinden Kamer Hanım. Neredeyse bugünde hiç yaşamıyor, hep geçmişte takılı gibiydi aklı. Genellikle depresifti. Babamı çok özlüyor olmalı, diye düşünen Kenan annesini çiftliğe götürmeye karar vermişti, iyi gelir umuduyla. Hem Ayşegül’e de gösterirdi çocukluğunun geçtiği yerleri.

Yolda dura kalka, orada çay, burada tuvalet derken ancak öğleden sonra varabildiler Birgi’ye. Çiftliğe vardıklarında paslanmış bir asma kilit karşıladı onları. Belli ki her ay çiftliğe göz kulak olsun diye para gönderdikleri eskiden yanlarında çalışan Hasan pek uğramaz olmuştu son zamanlarda. Tam sinirlenecekken, ben olsam ben de uğramazdım herhalde diye düşündü. Yıllardır uğramıyoruz. Adama anlamsız gelmeye başlamıştır. Zorlayarak kilidi açmaya çalıştı. Anahtar dönmedi bile. Kasabaya dönerek yağ aldı, hem anahtarı hem de kilidi yağladı. Asma kilit yıllardır işlemeyen mekanizmasını yürümekte zorlanan bir yaşlı gibi ağır ağır çalıştırdı. Senelerdir bir çekmecede tıkılı duran anahtar da en nihayet gün yüzü görmenin mutluluğuyla kilidin temposuna uyarak kilidin açılmasını sağladı.

Kenan yolun üzerindeki yığılı yaprakları ezerek çiftlik evine ulaştı. Hem kilidi hem anahtarı yağlama yöntemiyle kapıları açtıktan sonra Ayşegül hemen pencereleri açıp evi havalandırdı. Hasan ve karısı Kenan’ın telefonundan sonra koşa koşa geldiler. Hatice Ayşegül’e kalacakları odaları temizlemeye ve yatakları yapmaya yardım etti. Kamer Hanım yol yorgunu hemen odasına gitti, yattı. Hasan bir koşu gidip eve alışveriş yaptı. Hatice çay koydu. Evde ilk etap için yeterli bir düzen kurulunca Kenan ile Ayşegül bahçede çay içtiler. Yol yorgunluklarına iyi geldi. Akşama da bir yoğurtlu makarna ile bu geceyi atlatırız. Yarına Allah kerim, dedi Ayşegül, kocaman bir gülümsemeyle. Burayı çok sevmişti.

Ertesi sabah Kamer Hanım canlanmış, evin içinde pır pır dolaşıyordu. Hatice de erkenden gelmiş kahvaltı sofrasını hazır etmişti önlerine. Keyifle yapılan kahvaltıdan sonra Kenan Ayşegül’e etrafı gezdireceğini söyledi. Beraber çıktılar. Eskiden atların durduğu ahırı gösterdi. O zamanlar kendi ekmeklerini yaparlarmış; buğday ambarını gösterdi. Ambarda gözleri olan bir dolap vardı. Ona da baklagiller konurmuş. Her yer toz ve örümcek ağı olmuştu. Ayşegül sürekli öksürdü. Artık ekilip biçilmeyen eski tarlaların yerini gösterdi Kenan. Bayağı geniş bir alandı.

– Yahu Kenan, siz buraların bayağı bilinen bir ailesi olmalısınız. Ağa gibi falan yani. Çiftlik kocaman.
– Eh, biraz öyle sayılır.
– Hiç bahsetmedin bana. Beyimiz ağa oğluymuş da haberimiz yokmuş. Bana da şöyle at üstünde kınalı mınalı, davullu zurnalı düğün yakışırmış yani. Beni kuru bir nikâhla ucuza getirdin, uyanık seni, deyip kahkahalara boğuldu. Kenan Ayşegül’e baktı. Gülünce yüzünde güller açıyordu. Hep gülsün Ayşegül.
– Daha gösterecek çok şey var. Evin tavan arası tam bir hazine. Hadi gel define avına gidelim.

El ele tutuşup ahşap merdivenlerden gürültüyle çıkarken Kamer Hanım seslendi mutfaktan.

– Yemek yapıyorum ha, yarım saat sonra hazır olur.
– Tamam anne geliriz biz.

Tavan arasına ikinci kattaki iple aşağı indirilen bir merdivenle çıkılıyordu. Çıkar çıkmaz, damdaki tek pencereden gelen güneş ışığının aydınlığında havada uçuşan toz taneciklerini gördüler önce. Aynı ışık, tavan arasındaki toza bulanmış tüm eşya ve kutuları büyülü bir beyaza boyadı. O kadar çok eşya ve kutu vardı ki, nereden başlayacaklarını bilemediler. Eski koltuk takımları, dolaplar, bir tane yazı masası, hurçların içine yerleştirilmiş battaniyeler, sararmış çarşaflar, örtüler… Kutuların içinden bir sürü siyah beyaz fotoğraf çıktı. Kenan’ın da çocukluk halleri vardı fotoğraflarda. Ayşegül onları topladı, yanına almaya karar verdi. Albüm yapacaktı. Başka kutudan oyuncaklar çıktı. Başka bir kutudan tabaklar, bardaklar…

– Bunlar artık işe yaramaz ki, niye tutuyorsunuz bunlar hala?
– Annem hiç bir şeyi atmaz. İlla lazım olur bir gün der. Ancak şimdi sorsan unutmuştur bile bunların varlığını.
– Aman hatırlatmayalım, biz temizleyelim burayı başka bir gelişte.
– Bakıyorum sahiplendiniz hemen Ayşegül Hanım.

Yüzünde gene güller açtı Ayşegül’ün. Döndü bir kutuyu daha açtı. Bir sihirbaz şapkası çıktı içinden.

– Bu ne? Ailede sihirbaz mı vardı?

Kenan şapkayı aldı Ayşegül’ün elinden. O günü çok net hatırlıyordu.

Ödemiş’e sirk geleceği duyulmuştu. Birgi’ye, küçük yer diye hiç uğramazdı böyle şeyler. Merkez’e yani Ödemiş’e gelirse gelirdi. Bölgenin tek sineması da Ödemiş’teydi mesela. Biz çocuklar tarlalarda, bahçelerde koşturarak, top oynayarak, derede yüzerek, bahçedeki ağaçlara kurulan salıncaklarda sallanarak, ağaçlara tırmanarak falan vakit geçirirdik. Onun için büyük bir olaydı bu. Babama yalvardım beni götür, diye. Babam, annen izin verirse götürürüm, ondan izin al, diye anneme atmıştı topu. Tamam, üçümüz beraber gideriz deyip anneme koşmuştum. İlkokula gidiyordum. Çok da küçük değildim yani. Annem kesin bir dille hayır, dedi. Yalvardım, yakardım. Nuh dedi peygamber demedi. O gece ağladım yatakta. Okul arkadaşlarım gidecekti ve bir tek ben gidemeyecektim. Anneme öfkeliydim. Rüyamda evden kaçıp gidiyordum sirke. Ertesi gün, annem,

– Hanife Teyzen de gelirse gidebilirsin babanla ama sadece bir saat.
– Ama anne gösteri iki saat. Yarısında da çıkılmaz ki!
– Ya bu kadar ya hiç.
– Anne sen de gelsen, bak ne kadar eğleniriz. Palyaçolar var, sihirbaz var, hayvanlar var.
– Ben bana yakışmayan insanların olduğu yerlere gelemem.

Niye öyle demişti annesi, bilemedi Kenan. Bir saat de olsa izni koparmıştı ya, sevincinden havalara uçuyordu. Üzerinde düşünmedi bile. Gösteri günü gelince babası, Hanife Teyze -ona bakan orta yaşlarda bir kadındı- ve Kenan gitmişlerdi sirke. Kapıda annesi yolcu ederken sadece bir saat diye bir daha tembih etti. İlk bölümde palyaçolar, filler, sihirbaz, aslan falan vardı. Tam bir saat sonra ara oldu. Babası hadi, dedi, gidiyoruz. Çadırdan çıktıklarında babası onun elinden tutup muhtemelen trapezci kızlardan biri olan ışıltılı bir kıyafet giymiş bir kızla tanıştırdı. Anladığı kız Birgiliydi. Çok samimi konuşuyorlardı babasıyla. Kim olduğunu çıkaramadı ama, o kadar çok boya vardı ki kızın yüzünde! Kız biraz evvel sihirbazın içinden tavşan çıkarttığı şapkasını elinde tutuyordu. Hatıra diye Kenan’a hediye etti şapkayı. Kenan şansına inanamadı. Okulda havasından geçilmeyecekti. Eve döndüklerinde annesi bekliyordu onları.

– Nereden buldun o şapkayı?

Kenan cevap vermeye fırsat bulamadan babası atladı.

– Sihirbaz gösterisi bitince attı şapkasını, şans ya bizim önümüze düştü, dedi. Dönüp Kenan’a göz kırptı. İçgüdüsel olarak konuşmaması gerektiğini hissetti Kenan. Sadece evet anne, diyerek babasını teyit etti.

Ertesi gün kalktığında evde bir terör havası estiriyordu annesi. Babası, gece yarısı evden çıkıp gitmiş geri de dönmemişti. Üç gün sonra sonra döndü babası eve. Babası sık sık iş nedeniyle İzmir’e gidip kalırdı. Dolayısıyla annesinin bu kızgınlığına anlam veremedi Kenan. Zaman geçince hayat normale döndü, şapka da odasından kayboldu. Kenan’ın ilgisi başka şeylere yöneldiğinden, şapkanın ortadan kaybolmasını da çok takmadı kafaya.

– Hadi hadi, inelim aşağı, annen bekler bizi. Yarım saat dedik kadına.

Aşağı indiklerinde sofra kurulmuş, Kamer Hanım masanın başına oturmuş bekliyordu onları. Kaşları çatık,

– Geç kaldınız, soğudu yemekler.
– Annecim biz ılık yeriz zaten. Sıcak sevmeyiz.

Karı köylü olmuş bu da, diye içinden geçirdi Kamer Hanım. Hatice’ye yemeği getirmesini söyledi. Mis gibi kokan karnıyarık ve yanına da bol tereyağlı pilav yapmıştı. Yemek sırasında Kenan annesine sihirbaz şapkasını bulduklarından bahsetti. Kamer Hanım’ın yüz ü döndü ama belli etmemeye çalıştı. Ne diye saklamıştı o musibet şapkayı. Atsaydı keşke! Ama her zaman ki gibi kıyamamıştı işte! Üç gün çabucak geçti. Herkes için çok keyifli geçmişti bu süre. Ertesi sabah erkenden yola çıkılacağı için üçü de odalarına erken çekilmek üzereyken Kamer Hanım,

– Ben gelmeyeceğim. Burada kalıp yazı burada geçireceğim. Gelince ne kadar özlediğimi anladım. Hatıralarımla biraz vakit geçireyim.
– Yalnız başına yapamazsın ki koca çiftlikte.
– Hasan ve Hatice’yle konuştum. Onlar müştemilatta kalacaklar yaz boyu. Siz de gelirsiniz belki yazın.
– Tamam o zaman. Geliriz anne, geliriz. Ayşegül de çok sevdi burayı.

Sabah erken Kamer Hanım yolcu etti oğluyla gelinini. Birgi’ye indi Hasan’la. Ağır aksak yürüdü sokaklarında. Esnafla sohbet etti. Eski tanıdıklarını sordu soruşturdu. Bir çoğu ölmüştü. Çocukların neredeyse hepsi ya İzmir’e ya İstanbul’a yerleşmişti. Pek kimse kalmamıştı buralarda. Kendini yabancı gibi hissetti. Eve lazım bir kaç şeyi de alıp eve döndüler Hasan’la.

– Sen öldükten sonra bir daha ayağımı basmayacağım diye yeminliydim ama son zamanlarda rüyalarıma girip girip gel diyordun. Ben de geldim. Kimseler kalmamış bizim zamanımızdan. Eşref Bey de ölmüş, karısı Bedia Hanım kızının yanına İzmir’e gitmiş. Ali Bey karısı Mualla Hanım kötü hastalıktan ölünce çekmiş gitmiş buralardan. Kimse bilmiyormuş nerede olduğunu. Hani Hulusi Beylerin aşçısı vardı ya Mühibe Hanım. Pek lezzetliydi yemekleri. Onun kızı da kaçmış, sirklerde çalışıyormuş da trapezden düşmüş, boynu kırılmış ölmüş. Günahı boynuna kötü yola da düşmüş dediler. İşte böyle Kemal Bey, hani merak edersin diye son olanları anlatayım dedim. Çok da fazla öğrenemedim gerçi. Esnafın da eskileri pek kalmamış.

Kocasına her şeyden haberi olduğunu ima etmiş, intikamını almıştı ya, içi rahatlamış bebekler gibi uyudu. Bir kaç hafta bahçeyle ilgilendi. Bir kaç kere de Hasan’la Birgi’ye indi. Yoruyordu bu gidip gelmeler, gitmekten vazgeçti. Tarlalarla uğraşacak hali yoktu. Onları olduğu gibi bıraktı. Bahçede otururken Kemal Bey’le konuşuyordu sık sık. Sofraya Kemal Bey için tabak konmadığını görünce sinirlendi Hatice’ye. Bazı sabahlar kalktığında nerede olduğunu hatırlamıyordu. Unutmaları sıklaştıkça paniği de artmaya başladı. Aptal değildi, ne olduğunun farkındaydı. Annesi de böyle böyle yitip gitmişti. Yavaş yavaş gidiyordu aklı. Aklını yitirmemek için hatıralarına iyice sarıldı. Sık sık unutmalarının üstüne iştahı iyice azalınca Kamer Hanım’ın tembihine rağmen Hasan Kenan’ı aradı, durumu anlattı.

Kenan Birgi’ye doğru yoldayken Kamer Hanım yeni kalkmış, nerede olduğunu toparlamaya çalışıyordu. Kafasındaki sis bulutu gidip aklı aydınlanınca çiftlikteki odasında olduğunu anladı.

Gitmeli buralardan çok geç olmadan. Zamanı durdurmalı, Kemal’in, sevgili oğlumun ve tatlı gelinimin yüzlerini, seslerini unutmamalıyım. Unutursam her şeyi, bir ottan farklı olmaz ki yaşamım. Gerek yok kimseye hayrı olmayan bir ot gibi yaşamanın, insanlara zul olmanın. Gitmeli zamanında.

Mutfağa indi. Hasan’a evi basan fareleri yok etmek için aldırdığı fare zehirini buldu. Bir bardak suya koydu. Kafası gene sisleniyordu. Bir anda ne yaptığını, ne yapmak istediğini unuttu. Suyu masanın üstünde bırakarak bahçeye çıktı. Hatice geliyordu. Boş gözlerle sen de kimsin der gibi baktı. Eyvah gitti iyice kafası, diye düşündü Hatice. Bir koşu ilaçlarını aldı geldi, masanın üstündeki su dolu bardakla Kamer Hanım’a verdi.