Bugün beni yenebileceğini düşünüyorsun demek Halil Beyciğim. Karının ne usta tavlacı olduğunu unuttun galiba. Unutkanlık dedim de, son zamanlarda bir unutkan oldum ki, sorma gitsin. Eskileri bir güzel hatırlıyorum. Çocukluğumu, genç kızlığımı. Babamın beni yazlık sinemaya götürüşünü, ilk seyrettiğim filmi, yediğim çilekli dondurmayı, yaptığımız piknikleri, okula başlayışımı, seninle ilk sokak oyunumuzu. Saklambaç oynuyorduk ya, mahalleye yeni taşınan çocuk çekingen gelmiştin aramıza. Hemen seni ebe yapmıştık. Hay Allah neler geliyor aklıma. Gel gör ki dün ne yedim sorsan… Gerçekten de ne yemiştim dün?Dün neydi günlerden? Ay! Neyse, boş ver. Dur, dur acele etme, önce şu bardakları yerine kaldırayım, geliyorum hemen. Oy! Belim yine tuttu, görüyor musun? Aynur’a söylesem “Ama anne, kaç kere söyledim yükseklere uzanma” diyecek. Eh! İşte yaşlanınca bizler çocuk, onlar anne baba oluyor. Oysa biz çocuklara ne kadar yumuşak davranıyorduk, değil mi Halilciğim? Ne sen ne ben bir kere bile bağırmadık. Şimdi neden böyle oldular ki? Oğlan da kız da sinirli, tel gibi gergin. İşleri yoğunmuş. Sanki benim işim yoktu. Hem öğretmenlik hem iki çocuk hem de evde yaşlı anne… Canım annem, nasıl da ağlardı geceleri yatakta, bana yük olduğunu düşünüp. Allah Rahmet eylesin, toprağı bol olsun, hiç de huysuzlanmadı. Bak görüyor musun aklım nerelere gitti? Yaşlılıktan kuzum, bunlar yaşlılıktan. Akıl bir gelip bir gidiyor işte.
Tamam, mutfak işim bitti. Bir de kahve mi yapsaydım? Dur dur, tavlamızı oynarken şöyle kallavi kahvemizi de içelim. Bizim kız görse “anne çarpıntım var diyorsun ama koca fincanla kahve içiyorsun, biraz koru kendini” diye dikilir karşıma. Valla onlardan gizliyorum kahveyi, çocuk gibi. Nereye koymuştum kavanozu, nereye koymuştum.? Hah, işte buradaymış! Bir de çikolata olacaktı. Çocuk gibi köşe kapmaca oynuyorum kendi evimde. Hatırlıyor musun mahallede köşe kapmaca oynadığımız günleri Halilciğim. Sonra sonra bir açılmıştın. Mızıkçılık yapıp duruyordun. Her oyun sonunda en çok ikimiz itişirdik. Ah benim çocukluk aşkım ah! Ne günler yaşadık acı, tatlı. Kendi kendimi ağlatmada da üstüme yok yani. Şurada bir mendil olacaktı. Neme lazım sen iyi bir koca oldun bana. Ne bir gün bağrıştık ne de küs yatağa girdik. Bir de şu tavlayı kavgasız atlatabilsek. Şaka yapıyorum şaka. Kavgasız tavla mı olur, dimi ya! Yok zar tuttun, yok bu kadar çift atılır mı, yok o kapı kapatılır mı, bu da işin tuzu biberi. Geldim, geldim. Şimdi hazırım işte. Şu oyun örtüsünü de sereyim. Bu da tamam, hah tabii hemen getiriyorum tavlayı… İşte nihayet, her şey tamam. Benim taşlar her zamanki gibi kırmızı. Karmen kırmızısı. İspanya günlerimizin rengi. Bak aklıma geldi yine. O gün, hani evliliğimizin üçüncü yılıydı, bir yıl para biriktirip gitmiştik İspanya ‘ya. Demek ben o zaman yirmi beş yaşındaymışım. Üzerimde oradan aldığım kırmızı uzun elbise. Siyah saçlarım arkada topuz. Tabii inceciyim o zamanlar. Nereden baksan kırk beş sene geçmiş üzerinden. Neyse Flamenkocular seyircilerden birkaç kişi seçip sahneye çıkarmıştı. Beni de elimden tutup kaldırdıklarında nasıl diklenmiştin onlara, o benim karım diye bağırıp. Adamlar anlamıyorlar da dilimizden. Bir kolumu sen çekiştiriyorsun, bir kolumu onlar. Ben de “Bırak Halil bir kez olsun sahneye çıkayım” diyorum. Sahnelerin kadını Ayten!.. Gören de beni sahnelere meraklı sanır. Ne bileyim, o gün demek ki öyle gelmiş içimden. Aralarına katılıp onlar gibi tak, tak ayaklarımı vurmuştum yere de bir kere bile dönüp bakmamıştın. Hey gidi günler hey! Sonra senin gönlünü almıştım ama değil mi? Gördün mü bak, ne güzel anı olmuş. Dur bi dakika, eee zarlar nerede? Bunun içindeydi… Sen mi koydun bir yere? Hay Allah neler saçmalıyorum? Tavlanın içinde olmalıydı. Yere mi düşürdüm acaba? Burada yok. Örtüyü bir silkeleyim. Yok!.. Allah Allah! Zarlar tavlanın içinden nereye gider ki? Odada mı düştü acaba? Bir de odaya bakayım. Şeytan aldı götürdü satamadan getirdi… Şeytan aldı götürdü, satamadan getirdi… Burada da yok. Ay dizlerim of, Ayten, koca gövdenle koltuk altlarına eğilmek senin neyine?! Yaşlılık var ya kepazelik, kepazelik. Çocukları dinleyip huzur evine mi… Yok canım daha neler, gül gibi evimi bırakıp… Yok yok, iyiyim ben. Elim ayağım tutuyor çok şükür. Aklım uçup gitmedikçe kimse beni bu evden söküp atamaz. Ne arıyordum ben? Kendime unutturdum aradığım şeyi görüyor musun? Niye gelmiştim şimdi bu odaya? Halilciğim ne arıyordum ben? Sanki cevap verecek gibi soruyordum ben de.
En son ne yapıyordum? Salondaydım. Hah şimdi hatırladım tavlanın zarlarını arıyordum. Nereye gidebilirler ki? Ayaklanmadılar ya? Belki de isyan etmişlerdir. Her gün bizi atıp duruyorsun çok yorulduk diye!.. Torun görse “anneanne ne geyik yaptın ama” derdi. Geyikmiş!.. Güzel Türkçemizi de bozdular. Önce ekmekler bozuldu demişti Oktay Akbal. Hay Allah aklıma neler geliyor?.. Tavla zarı, tavla zarı. Yok hiçbir yerde yok. Yoksa Aynur?.. Tabii ya. Geçen gün görmüştü de…
-Alo kızım,
-Alo, anne n’oldu, iyi misin, bir şey mi oldu, hasta mısın?
-Dur kızım, ne telaş yaptın? İyiyim, iyiyim çok şükür.
-Ne bileyim heyecanlandım birden. Sen aramazsın ya. Hele cep telefonundan. Dışarda mısın?
-Yok yok evdeyim. Diğer telefon bozuk da mecburen bunu kullanıyorum.
-Tabii kullan anneciğim. Bak çok itiraz etmiştin ama lâzım oldu şimdi.
-Haklısın yavrum. Ben seni şeyden aradım…
-Neden aradın anneciğim? Bir şey mi alınacak?
-Yok yok. Dur acele ettirme. Hah, tavlanın zarlarını bulamıyorum da. Acaba sen mi?…
-Anneee! Yine mi?
-Ne demek yine mi kızım? Biliyorsun bizim babanla en sevdiğimiz şey tavla oynamak. Beni yenecekmiş sözde…
-Ama anne. Bak beni çok üzüyorsun. Dur geliyorum ben.
-Allah, Allah tavla oynayacağız dedik kızım, evi yakacağız demedik.
-Ama babam,
-Sus!
-Anne lütfen artık kabul et…
-Sus, sus dedim sana. Kapatıyorum.
Görüyor musun Halil Beyciğim, bir şey bile soramıyoruz artık. Beni deli mi sanıyor bunlar yoksa? Ölüm dediğin nedir ki? Ben seni gördükçe, sen buradasın değil mi ama? Ne ben seni bırakırım ne de sen beni. Gel biz zar varmış gibi oynayalım kime ne!..