Şöyle bir bakıyorum kendime. Yahu bendeki keyif kimselerde yok. Güneş sabah sabah göz kırpıyor bana, deniz esintisini bırakıyor kucağıma. Bugünü görmek için ne çok bekledim. Ne çok şehir dolaştım. Ne çok insanla tanıştım. Bazılarının yeri ayrı…

Aslında farklı bir başlangıç olmadı benimki de. Herkesinki gibi doğar doğmaz başlıyor hikâye. Yazları serin kışları sıcak; ceviz, akasya, kiraz ağaçlarıyla dolu bir köyde açtım gözlerimi. Toprağı da yağmuru gibi bereketli. Güneş öyle bir vuruyor ki ah! Başını kaldırıp bırakıveriyorsun kendini ışıklarına. Rüzgârı vücudunu sıyırıp geçtiğinde, ürperiyorsun ama, “Bir daha bir daha” diye bağırmak geliyor içinden. Böyle böyle ruhun da bedenin de başlıyor doymaya.

Kalabalık bir aileydik biz. Çoluk çocuk, genç yetişkin hep bir aradaydık. Pek bakım gördüm diyemem küçüklüğümde. Kendi kendime doğa ananın içinde büyüdüm gittim aslında. Büyüdüm gittim dediysem de kimseler sevgisini eksik etmedi ha!

Eh, yetişkin olunca belli sorumluluklar yükleniyor insana. Bir şekle bürünüyorsun. Hayatının geri kalanı için yolunu bazen sen seçiyorsun, bazen seçiliyorsun. Ben, seçildim. Mesleklere birer isim vermeyi sevmiyorum. Tanımlamalar işin duygusal zeminini yok ediyor sanki. Benim işim insanı, hayvanı, aklınıza ne gelirse artık, rahat ettirmekti. 

Bunun için eğitildim. Zorlu bir süreçti. Hem yontuldum, hem de en iyisi olmam için ustalarım dediğim öğretmenlerim büyük emek harcadılar. Sağ olsunlar. O yüzden sağlam bir tornadan geçtim diyebilirim. Sonunda da pırıl pırıl mezun oldum. Cillop gibiydim. Beğenenim, taliplim çok oldu elbet. Benim de gözüme kestirdiklerim olmadı değil. Gençlik işte, başı duman. Neyse ki karşılıklı güzel duygular besleyerek bir birlikteliğe, hatta işe sahip oldum. 

Sonra da ver elini yollar. Tam otuz beş yıl. Dile kolay. Elimden gelenin en iyisini yaptım. Doğu, batı, kuzey güney demeden memleketin her bir köşesini dolaştım. Yıpranmadım mı? Of of of! Hem de nasıl yıprandım. Arada pes edecek bile oldum. Bazen taşıyamayacağım ağırlıklar yüklendi üstüme. Ne kucaklaşmalara, ne sevinçlere ne kavgalara şahit oldum. O zaman derin bir soluk alıp, kulakları çınlasın, Burhan Bayar’ın sözlerini yazdığı “Bu da geçer. Bu da geçer. Alışmalısın, dayanmalısın. Hemen karar verme sabret. Bu da geçer” şarkısını doladım dilime.

Ve… işte bugün tam yetmiş beş yaşında, zıpkın gibi karşınızdayım. Vefalı bir ailede olmanın mutluluğu ile denizden esen melteme döndüm yüzümü, dinleniyorum. Yaşlandım mı? Hiç sanmıyorum. Çünkü yaşlılığa değil yaş almaya ve yaşamaya inanıyorum.

“Nasıl” diyeceksiniz. O zaman hikâyemi bir de elime doğan Esra’dan dinleyin.

                                                                           ***

Pek çoğumuzun çocukluğunun en bilindik koltuk modeli.
Üç çekmeceli kanepe.
Ne zaman üretilmiştir bilmem ama 1975-1990 yılları arası orta direk bir Türk ailesinin oturma odasının vazgeçilmezidir.
Sanırım 1990 sonrası bu modelin üretimi durdu. Keza yenilenmiş bir modeli ile karşılaşmadım ama modifiye edilmişleriyle tanışmışlığım var.
Yani üç çekmeceli kanepe o dönemki evlerin demirbaşıdır.
Bizimkilerin tayinleri dolayısıyla cennet vatanımızı karış karış dolaşırken, biricik kanepemiz de evimizin bir ferdiymişçesine her yere geldi bizimle.

İstanbul’u da gördü, Erzurum’u da.
Hatta yurt dışı sayılabilecek Yavru Vatan Kıbrıs’ta benden çok ikâmet etmişliği dahi var.
Gel zaman git zaman pek çok kent, pek çok bina, pek çok hamal gören üç çekmeceli kanepe, durduğu yerde duramaz oldu.
Sanırım yeni koltukların kendi yerine kurulmasına içerledi biraz.
O sebeple midir bilinmez, tepki olarak, ahşap sırt aksamına her yaslandığımızda kendini duvara vurdu. Üzerine her oturduğumuzda bizi kovalarcasına çekmecelerini sırtımıza sırtımıza düşürdü.
Kanepe haklıydı, yıllarca verdiği hizmetin karşılığını, emekliliğini istiyordu.
Aynı, yorgunluğunu iliklerine kadar hisseden her çalışan gibi.
Ama bizimkiler deli doludur. Üzerine bir de vefakârdırlar. O yüzden gençliklerini beraber geçirdikleri bu can yoldaşından olgunluk dönemlerinde de ayrılmak istemediler.
Klasik bir Türk ailesinin yapacağı gibi, otuz beş yılık devlet hizmetinin ardından gelen ikramiye ile bir yazlık alınabildi. Üç çekmeceli kanepeyi de geri kalan ömrünü rahat geçirsin diye deniz kenarına götürdüler. 

Unutmadan, bu cefakâr hayat arkadaşı yılların yıpranmışlığını atsın diye ilk iş bakıma alındı.
Mobilyaların estetik cerrahları, kumaş kaplamacılarının elinden gergin bir ciltle çıktı. Şimdi kafa kağıdını yalanlarcasına arz-ı endam etmekte. Yaklaşık yirmi yıldır da mis gibi deniz manzarasına bakarak, terastaki odasında dinleniyor.

Ailesinin kahve sohbetlerine eşlik edip, güneşi beraber batırıyorlar. Çocukları büyüttü ama şimdi torunlarının üzerinde bıraktığı boya lekelerini kokluyor. Üzerinde uyuyup kaldıklarında, ipek saçlarından okşuyor. 

Ve her akşam, güneş rengini soldurmasın diye üzeri çiçekli bir örtü ile kapanıyor.

Biz onu, sanırım o da bizi seviyor; tam elli beş yıldır!