Davullar çalıyor.
Benimle görüşmeye geleceğini fısıldıyorlar.
Davullar çalıyor.
Eteklerini sürüyerek gelişini duyuyorum.
Davullar çalıyor.
Titriyorum.
Kapı, gıcırdayarak açıldı. Birden hissettim sol elimin üstündeki şeyi. Deniz
anası gibi, kaygan, yumuşak, yapışkan bir şey. Elimin üzerinde yayılıyor,
yayılıyor, yayılıyor… Sonunda bir koza gibi sarıyor her yanımı. Sonra; nefes
almamı sağlayan boru nedeniyle kapatamadığım ağzımdan hızla içeriye
doğru süzülüyor. Mideme çöreklendi. Orada fırtınaya yakalanmış bir kayık
gibi durmadan dönüyor. Midem bulanıyor. Kusmak dâhil hiçbir şey yapamıyorum.
Derken yemek boruma tırmanıyor, ardından kalbimde hissediyorum
onu. Cihazda duymaya alıştığım yavaş kalp ritmim hızlanıyor. Kalbimi
büzüyor, iki yana itiştiriyor. Boğazımdan geçerken yutkunamıyorum.
Şimdi gözlerimde. Gözlerim kapalı ama onun gözleriyle görmeye başlıyorum
her yanı. Odada dolaşıyor bakışlarım. Bir kadın var yatağımın yanında,
koltuğunu benim yatağımın yanına çekmiş eli elimde. Anneme benziyor.
Ama o simsiyah saçlı, gül yüzlüydü. Bu kadın çökmüş, dağınık saçlarına
aklar düşmüş. Uyuyor mu, düşünüyor mu belli değil. Öylece kalmış. Sanki
sonsuza kadar elimi bırakmayacak gibi duruyor. Evet, annem o benim.
Karşıdan karşıya geçerken de böyle sımsıkı tutardı elimi. Arabaların geldiği
yöne kendisi geçerdi. Araba çarparsa önce ona çarpsın diye. O hızla
ikimizi de götüreceğini düşünemezdi bile. Gözlerim, gözleri bedenimden
bağımsız hastane koridorlarında dolaşıyor. Üstün bir yeteneğe kavuştum.
Süpermen gibi. Koridorda bekleyenleri görüyorum. Babam, kardeşlerim.
Küçük kardeşimin elinde en sevdiğim oyuncak arabam. Sımsıkı sarılmış
ona. Babamın gözleri çizgi olmuş ağlamaktan. Abim sessizce kitap
okuyor ama hep aynı sayfayı. Artık evimiz burası olmuş gibi. Her biri, bir
bekleme koltuğuna kıvrılmış. Hemşireler onlara dokunmuyor. Öyle kabullenilmiş
bir bekleyiş içindeler. Gözlerim dışarıya bile çıkıyor. Gökyüzü
masmavi, aydınlık… Güneşi görünce yataktaki bedenim ısınıyor. Martılar
seslerinin çirkinliğine aldırmadan bağırarak uçuyor. Deniz yakın olmalı
diyorum. Denizi görsem, onun kollarına atılsam. Birden geriye çekiliyor
gözler. Mıknatısa tutulan iğne gibi gelip yataktaki vücuduma yapışıyor.
“Bu kadar yeter” diyen bir ses.
Artık içimde o şey yok.
“Seni almayı düşünüyordum ama canımı sıktın.”
“Neden?” diye soruyorum.
Ne garip! Görmediğim, bilmediğim bir şeyle ağzımı bile açmadan konu-
şabiliyorum. “Neden?”
“Tüm dünyada dolaştım durdum. Bugün çok yoruldum. Senin yaşıtın çocuklar
var ya bir türlü gelemiyorlar. Böyle senin gibi gözlerimi alıp koşup
duruyorlar orada burada. Zıp zıp oynuyorlar etrafta. Bu da beni yoruyor.”
“O halde bırak beni, bırak burada kalayım. Uçurtma uçurayım, arkadaşlarımla
misket yuvarlayım. Hem daha büyüyeceğim. İzin ver kalayım.”
“Ah! Bu işler öyle olmuyor çocuk. Siz çocukların anlamadığı bu… Yüküm
bazen öyle ağırlaşır ki taşıyamam. Bedenler küçüldükçe ağırlığı artıyor biliyor
musun? Ah çocuk, ben de burada oturmuş sana neler anlatıyorum.
Hadi, uğraştırma beni” diyor.
Israr etsem gidecek sanki. Gücümü toplamaya çalışıyorum olmuyor, olmuyor.
Davullar çalıyor.
Koyu, derin bir karanlığa doğru kayıyorum.
Davullar çalıyor.
O kaygan şey her yanımı sarmalıyor.
Davullar çalıyor.
Birileri fısıldaşıyor yanımda. Sesler birden çoğalıyor. Karanlığımda tanımı-
yorum hiçbirini.
Kadın başını kaldırdı; içi geçmişti, kızdı kendine. Uyumamalıyım dedi, monitöre
baktı. Her şey aynı görünüyordu; kaç saat, kaç gün, kaç aydır… 16
Haziran’dan sonra zamansızdı. Yataktaki oğlunun bandajlarından buldu-
ğu küçücük bir boşluğa öpücük kondurdu. Gözlerini bir kez bile açmamıştı.
Allah’ım birini alacaksan beni al n’olur. Bak o daha çok küçük diye
dua etti içinden binlerce kez yaptığı gibi elini bırakmadan. Elini bıraksa
kanatlanıp uçacaktı sanki.
Monitördeki sesin ayırdına vardığında, onu oğlundan koparmaya çalıştıklarında;
bırakmak istemedi buz kesmiş küçük eli. Isıtmalıydı, sarıp sarmalamalıydı
onu. Yapamadı…
Kara kanatlı bir kuş pencereden uçtu, maviliklerde gözden kayboldu. Ardında
fırından yeni çıkmış bir ekmek kokusu kaldı.