Kirpiklerinin ucuna bağlanan halatlarla aşağı kayıp tekrar yukarı tırmanan, onlarca ayak iziyle uyandı. Geceden kalma baş ağrısının belli belirsiz sızısına aldırmadan yeni bir başlangıç yapacağı düşüncesine sarılıp araladı yorganı. Kendine verdiği sözler geçiyordu aklından; çok fazla düşünmeyecek sigarayı bırakacak belki daha az güvenecekti insanlara…
Kafasında bu liste uzayıp giderken yatakta yarı doğrulup oturdu. Komidinin üstünde Kafka’nın Dönüşüm’ü ve yanında sigara paketi. Bir süre ne düşündüğünü de bilmeden baktı. Bir böcek gibi hissetmek nasıl bir şeydi acaba? Yalnızca garip mi?
Görünür olmak mı yoksa kendinden kaçmak mıydı mesele?
Bu hislerin ve düşüncelerin ağırlığına dayanamayıp tekrar bıraktı kendini yatağa. Kirpiklerine bağlı halatlar yeniden aşağı doğru ağır ağır çekilirken, uçuşan onlarca siyah nokta birleşip dipsiz bir kuyu gibi çekti onu içine.
Kapı zilinin sesiyle irkilip saate baktığında sadece gözlerini kırptığını sandığı sürenin kırk beş dakika olduğunu anlamak şaşırtıcıydı. Yataktan çıktı.
İkinci kez çalmayan zile aldırmadan mutfağa geçti; bir sade kahve kesinlikle iyi gelecekti.
Kafasında öncelik sıraları sürekli değişen bir dolu soruyla oturdu masaya. Bir saat önce yalnızlığıyla barışıp kendisiyle kucaklaşmayı planlarken uyuyup uyandığı 45 dakikada ne olmuştu da öfkesi sessiz bir çığlıkla çıkıvermişti ortaya.
Derin derin nefes al ver, derin derin nefes al ver
Bir yandan da sorulara bir yön verme çabası, kararsızlığı, ikilemleri, gelgitleri…
Mutfağa yayılan kavun kokusu kahvenin koyu ve acı tonunun uyaran etkisi ile zihnindeki imgeler, birikmiş ertelemeler, nedenler, nasıllar, düzensiz iş şartları ve ekonomik sorunlar birbiriyle yarışıyordu. Geç mi kalmıştı? Nereden başlamalıydı? Ya da başlamalı mıydı?
Bu sorunlarla boğuşurken, içindeki ses, iç dünyasının kural tanımaz şeffaflığıyla tanrıları ve ölüleri konuşturmasını fısıldıyordu. Sadece yaz diyordu kendi kendine… yazmak sözünün kesilmediği tek alan ve yalnızlığının en derin dekoltesiydi. Yine de bu sesi kısmak istedi. Kimin canı yanabilirdi ki bir kalem darbesiyle. Kimin umurundaydı yazdıkları… Kim duyabilir kim anlayabilirdi onu.
Kahveden son bir yudum alıp kalktı masadan. Tekrar yatağa girmek istemedi. Sürekli yatmak kronik yorgunluğunu daha da derinleştirmişti.
Günlerdir zihninin bir köşesinde sırasını bekleyen, Atölye çalışmasına katılıp katılmamak arasında net bir karar vermeliydi artık. Birkaç saniye yapması gerekenleri mırıldanarak çantasını hazırlamaya koyuldu. Odadaki aynadan kendiyle göz göze geldiğinde açık bırakılmış çekmeceler, eşini bulamayan çorap tekleri, gardırobun rengarenk karmaşıklığı ve yüzündeki yorgunluk; odanın dağınıklığıyla bütünleşen bir eşya gibiydi. Evden ve bu karışıklıktan çıkma vakti gelmişti. İki saate yakın yolculuk hiç yaşanmamış gibi kendini bir anda İstiklal’ in akıcı kalabalığına karışmış buldu. Ayakları bir şekilde onu buralara kadar getirmiş zihni ise henüz kararsızlığıyla boğuşuyordu.
Kulağına tanıdık bir ezgi çalındı. Uzun zaman olmuştu kendi iç kalabalığı dışında bir sese kulak vermeyişi. Duymak ve dinlemek içindeki çatışmadan biraz olsun uzaklaştırmıştı onu.
Müziğin o iyileştirici büyüsüne doğru yaklaştığında basın emekçilerinin “özgür basın susturulamaz” pankartı ilişti gözlerine… ‘Hiç kimse susturulmamalı’ diye geçirdi içinden. Belki de direnmek acılarımızı dayanılır kılıyordu. Tanıdık ve biraz de ezik bir gülümseme ile geçti önlerinden.
Atölyeye yaklaştıkça cesaret ve isteğin yerini ruhundaki diş izleri alıyordu.
Çekimser adımlarla ilerledi. Kapıda öğrencilerini karşılayan şefkatli ve anaç bir öğretmen edasıyla duran kızıl saçlı kadını gördüğünde düşüncelerinin ağırlığı ile çöken omuzları komutanını görmüş asker tedirginliğinde esas duruş pozisyonu aldı. Saçlarını, duruşunu, ifadesini düzeltmeye çabaladı. Geri gidecek ya da vazgeçecek zamanı yoktu. Eteklerinden çekiştiren küçük kız, kadının kartal bakışlarından sıyrılıp lunapark coşkusu ile dalmıştı bile içeriye.
İçindeki tedirginliğin, kafasındaki soruların yerini merak ve keşfetme duygusu aldı.