Tekme Tokatlı Şehir Rehberi adını taşıyan ilk kitabınız Nisan 2017’de raflardaki yerini aldı ve kısa bir süre içinde ikinci baskısını yaptı. Öykü okurunun kitabınızı bu kadar sevmesini ve benimsemesini neye borçlusunuz?

 

Kitapta on bir öykü var, hemen hemen hepsinin de ayrı seveni çıktı bu soruya Tilkiler Aç mı Kalsın adlı öyküm üzerinden cevap aramak istiyorum. İsmail karakteri naif ama aynı zamanda baskın bir karakter. Mustafa karakterine oranla daha sosyal ama ondan daha yalnız. Tüm zıtlıklarına rağmen iyi anlaşan iki karakter. İkisi de başrol. Birbirlerinin önünü kesmiyorlar. Çabaladıkları şeyse tam olarak şu; hayatın tüm karmaşasına, anlamsızlığına, hatta kötülüğüne rağmen, doğallıkla kendilerine bir anlam arayışı bulmak. Ve buldukları şeyin yine kendileri kadar naif oluşu. Aslında hepimiz bunu istiyoruz işte belki de. Hayatın şifresini basit şekilde birlikte çözebileceğimiz, bizi olduğumuz gibi kabul eden bir dost ve ufak mutluluklar. Çünkü öteki türlüsünden yorulduk. Bu sebepten belki de okuyanlar kendilerine yakın hissediyorlar öykülerimi ve karakterlerimi, aradıklarına yakın bir yerde bir şeyleri işaret ettiğim için.

 

Sizin iyi bir okur olduğunuzu da biliyoruz. Günümüz öykü okurunun beklentileri hangi noktalarda yoğunlaşıyor?

 

Okuyucu olarak zevklerim öyle hızlı değişiyor ki ben de şaşırıyorum. Bu “okuyuculuk” mertebesi denilen yer kaygan, değişken ve varış noktası belirsiz bir yer sanki. Bazen karakter, kurgu ve dilin berabere kaldığı bir maçı tercih ederken, bazı öykülerde de sadece birinin galibiyeti beni mutlu ediyor. Bir öykü okuyorum, karakteri kim, tam olarak ne olmuş kestiremiyorum ama öyle bir his bırakıyor ki bende, inanılmaz. İşte sanırım esas kıstas “ne yapıyorsan iyi yap” kıstası. Bittiğinde içimde bir şeyler kıpırdıyor, beni rahatsız ediyor ve daha da güzeli içimde yazma isteği uyandırıyorsa, beklentim karşılanmış demektir.

 

Sizce okurluk yazarlığın neresinde duruyor?

 

Benim yazarlığımın tam önünde duruyor. Bir set gibi. O olunmadan diğeri olunmuyor. O derece önemli. Ve hatta bir gün ikincisinden vazgeçilecek olunursa, elimde birincisi kadar değerli bir şey kalıyor olması da beni en mutlu eden şeylerden biri.

 

Kitabınızdaki kimi öykü kişilerini hayatın içinde, çevremizde göremiyoruz ve sizin onları aramızda yaşayan kişilere dönüştürmeniz, elbette çok heyecan verici. Bu ayrıksı kişilerle sizin içinizde kurduğunuz ilişkiden söz edebilir misiniz bize.

 

Ben en çok onlara inanıyorum. Yani ayrıksıdan ziyade “kendileri gibi olmaktan çekinmeyen”, defolu, mükemmellikten uzak karakterlere. Pijamasıyla rahat edip gün içinde onunla gezenler, çoraplarının teklerini farklı giyenler, bir Pazar sabahı alkolik babasına rağmen televizyondaki western filmi izlemek için fırsat kollayanlar, evdeki lanetin tesisatçıya kaptırılmış bir terlikle son bulacağına inanlar. Harikalar. Dünyaları o kadar zengin ki. Rol yapmak zorunda değiller bir kere, ne büyük özgürlük! Mükemmel birinin öyküsünü yazacağınızı düşünsenize, ne kadar sıkıcı. Öyle birinin var olup olmadığı da bir muamma ayrıca.

 

Kitabınızda yer alan on bir öykü arasında kendinize en yakın duyumsadığınız öykü kişisini seçecek olsaydınız kimi seçerdiniz?

 

Okyanus Sesi’ndeki, ablamın eltisinin dayısının küçük oğlunu seçerdim.

 

Kuşkusuz hiçbirinin ortaya çıkış dinamikleri birbirine benzemez ama bir öyküye başlayacağınızı nasıl anlarsınız?

 

İlk cümle, son cümle ya da kısacık bir kesit gelip kafamda bir yere yerleşiyor. Sonra ne zamanki artık oraya sığamayacak kadar büyüyüp ağırlaşıyor, işte o zaman oturup yazmaya başlıyorum.

 

Öykünün ilk cümlesi son cümlesi sizin için ne ifade ediyor?

 

Az önce de bahsettiğim gibi, öykü fikri ikisinin içime sinmesiyle oluştuğundan oldukça önemsiyorum ilk cümleyi de son cümleyi de. Öykü, parçası eksik bir yapboz gibi oluyor bazen doğru cümleyi yerine koyamazsam.

 

Sizce sizin öykünüz sanattan mı besleniyor hayattan mı?

 

Bilmiyorum ki. Bence benim hayatı yaşayış şeklimden besleniyor. Neyi ne kadar ve nasıl algıladığımla ilgili. Bazen sanat daha mühim, bazen de merkezde hayatın ta kendisi var. Kestiremiyorum.

 

Okurlara dergilerden ulaşmayı önemsediğinizi biliyorum. İyi bir dergi okuru olduğunuzu da. Dergilerin bir yazarın kalemini inceltmesindeki rolü sizce nedir?

 

Bazı şeyler size “nasıl yapılacağını” değil de, “nasıl yapılmayacağını” öğretir ya, dergilerin bendeki rolü de tam öyle oldu işte. Hâlâ nasıl iyi öykü yazılır bilip bilmediğimden emin değilim, ya da bunun bir matematiği, doğrusu olup olmadığından. Ama dergilere gönderdiğim öyküler kabul gördüğünden beri en azından neyi yanlış yaptığımı anlayıp düzeltmeye çalıştığım için artık neyi yapmamam gerektiğinin az çok farkındayım. Bu yönden dergileri çok yararlı buluyorum.

 

Biliyorsunuz Kiltablet’in bu ayki konusu “koleksiyon”. Öykü kitaplarını hayattan enstantaneler koleksiyonu olarak değerlendirebilir miyiz?

 

Kesinlikle! Her birimizin evinde kendince bir koleksiyonu var. Kitaplığın karşısına geçip koleksiyondan bir parça seçiyoruz ve kapağını kaldırıp okumaya başladığımız an kendimizi hayatın içinden bir enstantaneye tanıklık ederken buluyoruz. Zamanı hiç geçmeyen, eskimeyen, orada bizi bekleyen bir dünya. Harika.

 

Ve son sorumuz, Bugünlerde ne okuyorsunuz, ne yazıyorsunuz?

 

Yakın zaman önce, içinde bulunmaktan çok heyecanlandığım kolektif bir çalışmaya dahil oldum. Yazacağım şeyin üzerinde çalışıyorum.

Roman olarak Andre Maurois İklimler okuyorum, öyle beğendim ki bitmesin diye ağırdan alıyorum. Bir de tabii evin her yerine dağılmış öykü kitapları var. Karışık bir şekilde onları okuyorum.

 

Söyleşiyi yapan: Nalan Barbarosoğlu