Üç kuruşluk bütçesi, asabi bir patronu, severek okuduğu kitapları ve bir gün, bir sahil kasabasına gidip, kumlara yayılarak kitap okuma isteğinden başka bir şeyi yok Turgut’un.
Balat’ta, emekli bir Türkçe öğretmeninin evinde, küçük bir odada kiracı Turgut. Hiç kimsesi yok. Annesi babası bebekken yangında ölmüşler. Yıllarca komşular, uzak akrabalar falan bakmış çocuğa. Okumayı, yazmayı Emekli Öğretmen Remzi Bey öğretmiş ve kitap sevgisini o aşılamış. Baba diyor Remzi Bey’e.
Uzun pazarlıklardan sonra patronun, “Bir hafta izin veririm, altıncı gün burada ol ” gibi tuhaf söylemiyle hayatında ilk defa tatile gitme umuduna ulaştı. Yine de ikircikli; Kamil Usta’nın sağı solu belli olmaz, vazgeçiverir.
Turgut bıkıp usanmıştı parasızlıktan. Tornacı Kamil diyorlar patronuna. Sadece ‘Kamil’ deseler kimse tanımaz. ‘Tornacılık’ onu tamamlamış. Kamil çocukluğunda, Perşembe Pazarı’nın arka sokaklarındaki efsanevi ‘tornacı’ aksi, lanet Niko’nun yanında, günde üç posta dayak yiyerek öğrenmiş mesleği. Kalfa olmuş. Niko öldüğünde karısı Katina, dükkânı her şeyiyle Kamil’e bırakmış. Kırk yıldır bu işi yapıyor.
Kamil de on beş sene önce, “nihayet bu işime yarar” diyerek Turgut’u çırak olarak almış yanına. O da Niko gibi aksi, lanet olduğundan döve döve eğitip kalfa yapmış çocuğu. Turgut kalfa bir gün ustasının yakasına yapışıp, “Bak usta benim hiç kimsem yok, canıma tak etti, bir daha bana el kaldırırsan seni freze makinesiyle kıyma gibi doğrarım. Gider yatarım yirmi yıl” deyince, usta kalfa uzlaşmışlar.
Bir cumartesi günü Kamil işe gelmedi. Turgut yarım kalan bir işi tamamlayıp, tezgâhın üzerine, “Kamil usta, haftaya çarşamba sabahı işte olurum hiç bozulma” diye not bırakıp indirdi kepengi ve soluğu Marmara adasında aldı.
Turgut’un, ancak kalfa olunca, eli biraz para görmüştü. Marmara Adası’nda, ulu bir çınarın gövdesine sırtını dayamış, kıçında lacivert bir şort, ayağında plastik terlikler, yanında kitapları. Hemen karşısı şıkır, şıkır deniz…
Karşıda, başka bir çınara yaslanmış esmer, siyah saçlı, kendisi gibi kitap okuyan bir kız. Arada bir gözleri birbirlerine takılıyor! O güzel kıza aklı da takılmaya başlayınca ağacın gövdesinde pozisyon değiştiriyor Turgut. Hem kitabını okumak hem kızı izlemek istiyor. Hem kız aklından çıkmıyor.
Sait Faik’in, ‘Seçme Hikâyeler’ adıyla çıkmış yeni kitabını okuyor Turgut. Bir ara kalkıp denize girdi. Yüzme bilmediği için, yarı beline kadar suda biraz çimdi. Çıkıp açlığını bir tostla bastırdı. Sonrasında yeniden kitabına gömüldü.
Kitaba gömülmüş, etrafını unutmuş dalıp gitmişken, önce nereden geldiğini anlamadığı, sonra hayal gördüğünü sandığı, billur gibi bir fısıltıyla irkildi. Sonrasında misler gibi kokan bir soluğu teneffüs etti.
‘…oturdum. Adanın en tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım’ diye fısıldıyordu ses.
Turgut, bir rüyanın içindeymiş gibi hissetti. Başını çevirse büyü bitecekmiş gibi çarpıyordu yüreği. Çevirdi sonunda. Oydu! Bakıştılar ve gülüştüler. Sonrasında kız Turgut’un gözlerinden içeri bakarak, “Eğer Sait Faik’i benim de sevdiğimi sana söyleyemeseydim deli olacaktım” dedi.
Adı, Aylin’di. O yaz Marmara Adası’nda, koca, ulu çınarların altında, altın gibi kumsalda birbirlerini çok sevdiler.
Ne çok kitap okumuşlardır bu günlere dek, kim bilir, ne çok…