Önce geceleri hissettim. Bir şeyler eksikti. Bir ses. Belki nefes gibi. Eksikti. Unutturmuştu kendini. Tik tak sesi.  Duyulmuyordu. Durdum kulak kabarttım. Duyamadım. Sonra tüm pencereleri kapadım, perdeleri çektim. Yine duyamadım.  Varsa yoksa çocuk sesi. Hiç eksik olmaz. Hep dışarıdalar. Hep konuşurlar. Başka da duyduğum yok. Günler, aylar, yıllar geçmiş. Hepi topu duyduğum bunlar. Tik tak sesi, çocukların sesi. Böyle net göremem. Sandalyeye çıktım indirdim. Yakından baktım, evet durmuştu. Pilleri bitmiş olmalı. Gözlerimle görmesem de sesine alışmışım. Eksik işte. Yeni pillerden taktım. Yerine astım. Ne kadar derin sessizliklerde konaklasam da düşünmeme engel olamam. Koltuğuma oturdum. O ışıklı geçidi düşündüm. Binlerce kez düşündüğüm gibi. Düşündüm. Çocukları. Değişimi. Anlıyorum. Uzun bir intiharmış çocukluk, ışıklı geçitten geçilen…

***

İşin doğrusu onun hakkında söylenenler hiç iç açıcı değildi. Hatta mide bulandırıyordu. Gâh sakin ve huzurlu; gâh kalabalık ve hareketli; yerli-yersiz, ulu-orta, söz, bir arada bir derede kalsa da; belirli-belirsiz, önemli-önemsiz denmeden konuşuluyordu oysa bu.  Öylesine pis, öylesine iğrençmiş ki insan onu görmeye gittiğinde yaşadığı tüm güzellikleri unutmakla kalmıyor, her şey son derece çirkinleşiyormuş! Dağılıyormuş kafa, allak bullak hallaç pamuğu misali. Söylenildiğine göre ondan kaçmak imkânsızmış. Henüz görülmemiş, duyulmamış kaçıp kurtulan. İşin tuhafı, evet işin tuhafı henüz onu gören bir kimseyle birebir konuşma fırsatı bulmuş değildim. Gördüm, konuştum diyen de duymadım. Diyenler yalan söylüyordur ya da bir sanrının peşinden gidenlerdir. Varsa yoksa hep birilerinden duyduklarımız bizim bildiklerimiz. Bir gün yine arkadaşlarla dost meclisinde oturup konuşurken onu görmeden yasaya uyulmamış olunacağını duydum. Görmeden olmazmış. Yani şöyle söyleyeyim; onu görmeyenler yok değilmiş evet ama kimisi ona görünmeden kimisi daha erken- onun olduğunu bile duymadan- ölmüşler. Anlayacağınız eninde sonunda kaçış yokmuş. Unutulan, olmayan şeymiş gibi davransak da sırada bekliyormuşuz; kaçılamayacak olması yasayla güvenceye alınmış. O zaman niye bunca şamata demeyin! Bekleyip görecekmişiz…

Onu görme günüm geldiğinde o karanlık, karlı, puslu yolu tuttum. Sonu görünmeyen yokuşun başındaydı. Nefes nefese kaldığım, durup dinlenmek için çöktüğüm an kafamı kaldırdığımda dağılan sis perdesinin arasından tüm heybetiyle kasvetli bir şatoyu andıran yapıyı gördüm. İşte, dedim, geldim sonunda, kuş kanadıyla, yılan göbeğiyle gelemez ama ben geldim!

Biraz soluklandım, doğrulup kapıya yöneldim. Kapının önünde sislerin içinden kargalar uçuştu. Ürktüm. İki kanatlı kapının üzerinde kocaman harflerle “OKU” yazıyordu. Hemen altında kapının kanatlarına kazınmış birer cümle: Solumdaki kanadında, “Başlangıçta kaos vardı” sağımdaki kanatta “Başlangıçta söz vardı” yazıyordu. Kapıyı dövdüm. Bekledim açılmadı. Yine dövdüm defalarca dövdüm. Açılmadı. Buraya gelmişken geri dönmem mümkün müydü? Bu durumda yasa nasıl işleyecekti? Muhakkak geri gelmem gerekecekti. O yüzden bu zahmeti yeniden yapmamaya kararlıydım. Kapının açılması gerekti. Böyle olmamalıydı. Sağa sola bakındım kapıyı ittirdim ama nafile. Sonra aklıma ansızın Binbir Gece Masalları geldi; kapıdaki cümleler kapının anahtarı olabilirdi! Yüksek sesle “başlangıçta kaos vardı, başlangıçta söz vardı” deyince kapının önce solumdaki ardından sağımdaki kanadı gürültüyle aralandı. Oysa ne ben Ali Baba’yım ne de bu mağara Kırk Haramiler ’in hazine ambarı…

İçeriye girdim. Dışarıdan vuran loş ışık zemindeki yazının üzerine düşüyordu: Seslice okudum: “Ey buraya giren kişi bütün umutları geride bırak”* Kapılar kapandı. Karanlıktı. Ürperdim.  Ama yürüyüşümden bir şey eksilmedi. Devam ettim. Sonra. Sonrası büyük boşluk! Düştüm! Bembeyaz ışığa doğru!  İç oyulmasıydı hissettiğim. Çığlıkla düşerken. Yer yoktu. Mekân yok. Işık vardı. Bir de kulakları sağır eden sessizlik…

***

Gözlerimi açtığımda evdeydim. Koltukta oturuyordum. Elimde tutulu aşınmış eski baston!  Karşı duvarda asılı takvimin yaprakları tükenmişti. Sanırsınız zamanın sonundayım. -Yoksa öyle miyim!- Saat durmuştu. Anlayamıyordum. Ne ara bunlar olmuştu! Ne ara bu kadar zaman geçmişti!

Göz açıp kapanana kadar. Aynen öyle…

Saate pil taktım, tıkır tıkır işlemeye başladı.

Dışarı baktım. Çocuklar vardı.

Çıktım. Karşılaştığım birine tarihi sordum. Beni umursamadı. Başkaları da öyle. Kimse umursamadı. Beni görmüyorlar, söylediklerimi duymuyorlar, bilmiyorlardı. Dikkat ettim. Çocuklardan başka kimsenin konuşmadığı bir ülkeydi burası. Sordum. Sormaya çalıştım. Beni duyun, dinleyin beni dedim. Çocuklardan başkaları konuşmuyordu. Beni tek fark eden onlardı. Anlamsızca baktılar…

Umutlandım. Derdimi anlatamasam da…

* Dante Alighieri, İlahî Komedya’dan alınmıştır.