Olasılıklar hep vardı. Hava durumu bülteninde kar yağarken dışarıda günlük güneşlik bir hava olabilirdi. Fırından aldığınız ekmek, unlu mamül olmayabilirdi. Hafta tatili bir güne düşüp sendrom günleri –pazartesi, salı- ikiye çıkabilirdi. Kaldırımda yürürken başınıza saksı düşebilir; yatırmayı unuttuğunuz fatura yüzünden evinize icra gelebilirdi. Uzaylılar dost, insanoğlu düşman olabilirdi; hatta dünya düz bile olabilirdi. Assolistler en son çıkardı ve gerçekleşmeyen bir olasılık her an başınıza bir assolist olarak yağabilirdi. Aklınız karışmasın; o kadar da karışık bir hikâye değil benimki. Sadece şanssız bir hikâye.
Yaklaşık iki yıldır taksi şoförlüğü yapıyordum. Öğrencilik dönemi uzatmalara kalmış benim gibi biri için Emin Abi’nin teklifi gayet cazipti. Şartlar zordu ama para içine doğmadığımdan masraflarımı kendim karşılamam gerekiyordu. Her gün ekmek, peynir, zeytin üçlemesi ve salçalı makarna yiyecek olsam bile bunlar da paraydı. Hem okul bitse bile memurluk sınavına girip kazanabilecek miydim bakalım, kazansam da atanabilecek miydim? Tüm bunlar alnıma çıkmayan mürekkeple yazılmış kara talih adlı oyunun hamleleriydi. Ben vs Kara Talih. Kazananın yarışma başlamadan belli olduğu doğrudur. Ne diyordum sahi? Emin Abi, baktı bana “Senden güvenilirini mi bulacağım bu zamanda?” dedi, o gün bugündür akşam mesaisi bende. Pek tekin bir iş değil, yorucu da ama n’aparsın, içtiğimiz su bile para.
İstanbul’u severim. Nasıl sevmeyeyim? Burada doğdum, öyle sahil şeridinde değil elbet ama çok da gecekonduya bulanmamış bir semtinde. Çocukluğumuz top peşinde koşturmakla geçti. Futbolcu olup voleyi vuracaktık; koca koca paralara İspanya’ya, Almanya’ya, İngiltere’ye transfer olacaktık. Del Pierolu, Zidanelı takımların kadrosuna girecektik. Hayaller uçmanızı, gerçekler yere konmanızı sağlar. Ben yere çakılanlardanım sanırım. Çünkü yıldırım bile aynı yere iki kez düşmez derler; sanırım bizim caminin paratoneri çalışmıyor.
Güzide tatlımız lokumlu bisküviyi, sütçüden alınmış süt eşliğinde mideye indirdiğim zamanlar çocukluğuma, hayat maçımın ilk devresine denk gelir. Hani hayallerin de az biraz şekerli ve pofuduk olduğu. Hani komşu çocuğunda görürsün de bir kere verse oynasam dersin, öyle bir şey. Zenginliği Olcay’da gördüm. Bakmayın zenginlik dediğime, hani bizim iki bayrama bir bayramlık düşüyorsa onun her bayrama çift takım. Aramızda atlanamayacak bir level yoktu esasında. Ama o zamanlar bunu bilmiyordum. Artık biliyorum. Olcay’ın hayatımdaki öldürücü rolünü de.
Aynı mahallede doğduk, büyüdük. Sonra türlü işlere girdi o. Söyleyenin yalancısıyım, ünlü baronlardan birine kapılanmış. Pek bağımız da kalmadı. Arada bir eski mahallesine gelir; rastlaşırsak Numan abinin kahvede iki çay içer, havadan sudan konuşurduk, öyle. Takside işe başladığımı duymuş. “Hayırlı olsun” dedi, “varsa bir ihtiyacın, bir sıkıntın haber et”. Yok dedim, geçinip gidiyoruz işte. Çok şükür. Olcay’ın sonradan dahil olduğu o karanlık dünyası üzerindeki takım elbiseden ayağındaki ayakkabıya kadar sirayet etmişti. Kahvede oturmuş çay içiyorduk yine ve bana şöyle bir teklifle geldi:
“Taksiye ihtiyacım var. Biraz alengirli bir iş… Yook, korkma oğlum hemen. Yani, yengen de var işin içinde. Güvenebileceğim biri lazım, anlarsın ya.” Anlamadım abi, dedim “Bak” dedi “Pırlanta Müzikhol’ü biliyor musun?” Biliyordum. Başımı salladım. “Hah işte, önce oradan yengeni alacağız.” Sözünü kestim “Yenge müzikholde mi?” Bir an tersleyecek sandım ama uzatmadan devam etti “Evet, şarkı söylüyor orada. Assolist. Sen şimdi onu bırak da yarın gece bana çalışır mısın? Neyse parası öderim.” Daha ne yapacağımı söylemedin ki, dedim. “Dinle. Önce yengeni alacağız. Ardından otogara bırakacaksın bizi.” Tamam dedim, bu kadarsa kolay iş. Hallederiz.
Ertesi gün akşama doğru aradı beni. İki saat sonra orada olmam için bir adres verdi Beykoz taraflarında. Müzikholden epey uzaktı. Demek önce onu alacak, ardından müzikhole geçecektik. Önce karnımı doyurmalıydım. Dünden kalma türlüyü ısıttım, yanına da ayran çalkaladım. Yemek faslı bittikten sonra gittim iki de kahvede lafladım. Ardından yola koyuldum. Trafik çok yoğun değildi şansıma. Olcay’ın verdiği saate on dakika kala adresteydim. Tam elime telefonu almış arayacaktım ki atladı arabaya. “Gazla çabuk.” Suratındaki ifadeye ve alnından dökülen tere bakınca soru sormamam gerektiğini anladım ve dediğini yaptım. Böyle on dakika geçmişti ki “Müzikhole” dedi “Eftelya’yı orada bırakamam.” Soru soracak oldum, kafasını çevirmiş camdan dışarıyı izlediğini görünce tamam dedim içimden, soru yok. Ama zihnim susmuyordu. Ayağının dibindeki çantada ne vardı acaba? Niye bu kadar aceleciydi? Birilerinden mi kaçıyordu yoksa? Hem bu saatte Beykoz’da ne işi vardı ki? Evi buralarda değildi bildiğim. Konuşur diye bekledim ama yol boyunca başka bir şey dökülmedi ağzından. Müzikhole yaklaşınca “Dur dur, çok yaklaşma. Farı da kapa. Dikkat çekmeyelim. Ben beş dakikaya gelmeye çalışacağım. Gelir gelmez gazlıyorsun.” dedi, fırladı gitti. Dediklerini yaptım, beklemeye başladım. Çok geçmedi bir kavga gürültü sesi geldi, şöyle bir bakınayım derken, baktım bizim Olcay, yengeyi takmış koluna koşarak geliyor. Hemen bindim arabaya. Müzikholden adamlar çıktı, iyi niyetli olmayan adamlar. Olcay yengenin kolunu bıraktı, kadın arabaya doğru koştu. Hemen arka koltuğa geçti. Yazık ki Olcay onun kadar şanslı değildi. Oracıkta vurdu izbandutlardan biri. Yere kapaklandı. Düşünmeye fırsatım yoktu. Kontağı çevirdim ve bastım gaza. Dikiz aynasından görebildiğim peşimden ateş eden mafya bozuntularıydı. Olcay neye bulaşmıştı bilmiyordum ama şimdi ondan daha kötü durumda olan bendim. Arka koltuğumda sadece adını bildiğim bir kadın oturuyor ve camları çatlatacak derecede ağlıyordu. Epeyce gittim, ta ki siyah bir araba yolumuzu kesene kadar. Taksiden indirildim önce. Biri de kadını indirmiş olmalı. Yediğim dayaklar gözlerimi açamaz hale getirdiği için bilemiyorum Eftelya’ya olanları.
İki adam konuşuyor. Buz gibi bir yer burası, etraf ölü et kokuyor. Belki bir mezbaha… Kollarım, ayaklarım sandalyeye bağlıyım. Gözlerimi bağlamışlar. Ağzım bantlı. Hayatımda hiç bu kadar korkmuş muydum, hatırlamıyorum. Olcay’ın karanlık dünyası yirmi beş yıl yaşamasına izin verdi. Ben yarına çıkabilecek miyim? Sanmam. Hele ki konuşulanları duyduktan sonra.
“Abi, şimdi biz bu adamın cezasını kesicez ya, belki bir şey bilmiyordur be abi!”
“Soralım mı yani? Hem Olcay itini vurduğumuzu gördü. Gammazlar bizi.”
“Abi patron niye bu kadar kızdı ki? Tamam, mekândan kız kaçırmak racona ters ama…”
“Ne kızı? Kim takmış sidikli Eftelya’yı!”
“Ee abi o zaman?”
“Olcay iti, patronun evden çok önemli bir şeyler çalmış. Hani çanta vardı ya arabada.”
“Ne vardı ki abi içinde?”
“Çok önemli dedik ya. Nereden bileyim ben?”
“Tamam abi. Kızma hemen.”
…
Yanlış zamanda yanlış yerde olan bir adamdı taksici. Biliyordu baron ama ölmesi gerektiğini de biliyordu. Adamları taksiciyi hallettikten sonra, geçti çantanın başına. Baron Selahattin Aslangiray açtı çantayı. Her biri ayrı zarafette on pembe kalp kavanozlarında uslu uslu uyumaktaydı. Sevdiği kadınların kalplerinden koleksiyon yapmak hâlâ illegal bir işti ve ilk aşk cinayetini işlediğinden beri ünlü mafya baronu, bunu çok iyi biliyordu.