Selvilerin gölgesindeki serin avluyu geçip evin kapısına vardığımda Bilge Fil’in kızı gelişimi hissetmiş gibi kapıyı usulca açtı. Gülümseyip başımı eğerek onu selamladım. Genç kadın kenara çekilip beni içeri buyur etti. Teklife gerek görmeksizin üst katın merdivenlerini tırmanan kadının ardından ben de merdivenlere yöneldim. Ahşap merdivenler adımlarımızı Bilge Fil’e haber vermek ister gibi gıcırdadı. Üst kat, alta göre daha loştu. Evin bahçesinden başlayan sükûnet bu kata da sirayet etmişti. Sağımızda beliren, çam ağacından maharetle oyulmuş parmaklıkları geçerek Bilge Fil’in kapısının önünde durduk. Buraya kadar refakat eden kadın, kapıyı işaret edip bana yol açarak geri çekildi. Eşikten yasemin ve ıhlamur kokuları sızıyordu. Duraksamadan kapıyı iki kez hafifçe çaldım. Bilge Fil geleceğimi her zaman bilir. Usulca, “gel” dediğini duyar gibi oldum. İçeri girdim.

Bilge Fil’in sağlığında her daim iki yandan pencerelerin kenarına tutturulmuş beyaz, sarmaşık nakışlı perdeler, güneş ışıklarının onu rahatsız etmemesi için bu sıralar hafifçe aralık bırakılıyordu. Eşikte durduğumda hissettiğim yasemin ve ıhlamur kokularına, odaya girdiğimde taze iğde kokusu da eklendi. Kokunun müsebbibi, odanın pencerelerinden birine neredeyse dallarını içeriye uzatacak kadar yakın duran iğde ağacıydı. Baharın son taze kokularını yaza taşırken, odayı da unutmamıştı. Bilge Fil, geniş odanın sağ tarafında kendisi için hazırlanmış bir döşekte uzanmış, oturuyordu. Üzerine örttüğü sakız gibi bembeyaz örtüyü iki kolunun altına kadar çekmişti. Her gelişimde bedeninin örtünün altında daha da eridiğini, azaldığını üzülerek fark ediyordum. Onu tanıdığımda koskoca, heybetli cüssesine, evi çınlatan babacan kahkahalarına hayran kaldığım bu azametli varlığın gün be gün eriyip gittiğini görmek beni hüzünlendiriyordu. Bugün, vücudunu kaplayan örtünün neredeyse yatakla bütünleştiğini gördüm. Bilge’yi selamlayıp ayakucuna oturdum.

Bilge’nin yanında otururken, ıhlamur, yasemin ve iğde kokularının odaya saldığı huzura inat, içimi sisli bir karanlık dalga dalga sardı. Nefesim daraldı. Bilge Fil’i rahatlatmak için yatağının yanına konulmuş buhar kabından çıkan buharın ardında dalgalanan perdelere, pencerenin aralığından bizi izleyen iğde ağacına baktım.

İğdenin yaprakları puslu yeşil bir düşün içinde titredi. Çiçeklerin bir kısmı odaya düştü. İğde ağacı kolunu uzatıp, bu çiçekleri bana uzatırken, ben de onun bana seslendiği uzak ama bir o kadar da tanıdık âleme elimi uzattım. İğde çiçeklerini kokladığımda, içinde olduğum an parçalandı. Sırlı bir ayna gibi kırk parçaya bölündü. Kokular içinde, her parçada bir lahza sekerek, andan ana geçmeye başladım.

Bambaşka bir memlekette, şimdi Frenk bildiğim insanlar arasında, onların esvaplarına bürünmüş, elimde bir pipoyla hızla yürüyordum. Rüzgâr esti, gözlerim toz duman doldu. Şapkamı yakalayıp, yüzüme kapattım. Karşıdan hızla gelen at arabasının rüzgârla iyice ürken yağız atları üzerimden beni çiğneyerek geçtiler. Gözlerimi açtığımda, başka bir âleme sekmiştim bile. Deli dolu bir grup gencin çılgınca şarkılar söylediği bir yerde, dinleyiciler arasındaydım. Parmaklarım yüzüklerle doluydu. Rengarenk saçlar, ışıltılı kıyafetler ve parlak takılar selinin içinde bir yükselip bir alçalarak dalgalanıyordum. Yanımdaki arkadaşımla kol kola girmiş, adeta kim daha yükseğe zıplayacak diye yarışırcasına zıplıyordum. İki kez zıpladım, üçüncü sıçrayışımda, elimi ağrıyan göğsüme bastırdım, çok yükseklere uçtum. Yanımdaki arkadaşım, endişeyle üzerime kapanırken, rengârenk, ışıltılı bir denizin içinde kayboldu. Bense kendimi bu kez bir Ortaçağ dehlizinde buldum. Lağım kanalında sıralanmış, üstü başı dökük mahkûmlar arasında hapishaneden kaçmaktaydım. Yorgunluktan ve açlıktan dizlerim titrerken, korku o an bana güç veren yegâne saikti. Pislik içinde sürünürken koca bir selin ardımız sıra gürültüyle yaklaştığını fark ettim. Kaçtığımızı anlayan gardiyanlar arkamızdan su depolarını açmış, bizi boğmaya çalışıyordu. Korku içinde, birbirimizi ezerek kaçışıyorduk. Elim ayağım, hepimizi alaşağı eden pislik seliyle yerden kesildi. Nefesimi tutup, kendimi sele sırt üstü bıraktım, gözlerimi kapattım. Bu hal üzere, âlem içre âlem gezdim, durdum. Zaman sarkacı şaftını terk etti.

İnsanların bugünkü gibi cümle mahlûkatla yârenlik etmek şöyle dursun, birbirlerinin lisanını dahi anlamadıkları zamanları gördüm. Dil kapısını, Süleyman Hazret gelse onu bile selamlayamayacak kadar kilitlemişlerdi. Yine bu acayip seyrüsefer içinde hatırladım nasıl bir koleksiyoncu olduğumu. Ben garipler garibi, garip şeylerin en garibi, en muamması, en bilinmezini biriktiriyordum. Zamansız ölümleri topluyordum. Bazen kendim için, bazen başkalarının yerine dikiliyordum ölümün karşısına. Kulakların adını işitmediği, hekimlerin anlayamadığı sırlı hastalıklar, binleri katleden korkunç vebalar vardı sırtımda. Gılgamış’ın karşısına çıkan yılan, elimde bir asaya dönüşmüştü.

Halifeleri kaderine bırakıp kuzgunları kurtardım. İnsanları bırakıp cümle mahlûkatın peşine düştüm. Kâh havaydım, kâh ışık. Kâh su idim, kâh ateş. Bir vardım, bir yoktum. Bu sefer de bitmeye mahkûmdu. Sonunda asamla bir ânı durdurup üzerinde dikildim. Yeniden bir oldum.

İğde kokusu burnuma tekrar değdiğinde, bütün hüznümü dağıtan bir gülümseme önce yüzümü, sonra bedenimi kapladı. Odaya geri döndüm. Kaybını bulana, kâinat başka görünür. Yerdeki kilime baktım. Kilimdeki ejder ile kartal, aralarındaki karakargayı itip kucaklaştı. Perdelerin arasından, cumbalı evin dışında sıralanmış sardunyalarla, mum çiçekleri, birbirlerini gözlerinden öpüp kokladılar. Bahar rüzgârı başlarını okşayıp, sevinçle perdelere dokundu. Yüzümdeki ışıltıyla Bilge Fil’e döndüm. Bütün halsizliğine, bitkinliğine inat gülümsedi.

Gülümsemesine, başımı eğerek cevap verdim.

“Üstad, zaman şu andır,” dedim.

Şaşırmadı. Küçük, yaşlı gözleri nemli, yüzüme baktı.

“Zaman ki andır,” diye ünledi.

***

Bilge Fil’in beni tanıdığını, ilk kez semt pazarında karşılaşıp, ikimiz de aynı zanaatkârın emekle oyduğu satranç takımına talip olduğumuzda anlamıştım. Adı bütün çevre memleketlerde dahi nam salmış bir bilgenin, özellikle de çarşı pazarla hiç mi hiç işi olmayan Bilge Fil’in, o gün neden orada olduğunu hiç sormadım. Tahtayı oyan zanaatkâr yenisi için bir ay daha beklememiz gerektiğini söylediğinde ikimiz de gülümsemiş, her hafta, pazarın yanındaki çardakta satrancı birlikte oynamayı kararlaştırmıştık. Bilge Fil’in, bencileyin üstü başı dökük, çoğunun dilenci sandığı bir cavlakla ne işi olduğunu anlayamamıştı insanlar. Onca muhabbet ve atışmayla süslenen satranç oyunlarımızda ikimiz arasında hiç galip gelen olmadığını da fark etmediler. Zâhirle boyanan gözün işin künhüne erdiği nerede görülmüş? Halk da bir oyunla oyalanmadaydı.

Bizler yârenlik tavında eğilir, bükülür, incelirken, Bilge Fil’in, cüppesinin altında kalan koca bedeninin gün be gün erimeye başladığını fark edemedik.

Bir gün hamle sırası ona geçtiğinde, uzun uzun soluyup, kafasını kaşıdı.

“Şah hamlesini yaptı. Fethe giden fil kalenin dibine düştü,” dedi. Halk taşlara baktı. Bilge’nin fili, benim kalemin önünde kıpırdayamayacak şekilde sıkışmıştı. Bilge gülümsedi. Müsaade istedi. Koluna girmem için elini uzattı. Evinin yolunu tuttuk. O günkü oyun, Bilge Fil’le oynadığımız son satranç oyunu oldu.

***

Yatağına doğru uzanıp alnını öptüm. Derin bir nefes alınca, ölümün o tanıdık is kokusu genzime doldu. Nefesimi iyice çektim. Burnum sızladı, gözlerim yandı. Bilge gözlerini kapattı. Gözlerinden, kocaman kulaklarından ve burnundan karanlık bir sis yükseldi. Ölümü, hastalığı, korkularını, bugününü ve yarınını çektim içime. Nefesimi çektikçe çektim. Bilge’nin hastalığını içtikçe içtim. Ciğerim şişti.  Soluğum göğüs kafesime sıkıştı. Zorlukla nefes alıyordum. Her verdiğim nefese şükrettirecek o tanıdık karabasan çökmüştü göğsüme.

Başımı kaldırdığımda Bilge Fil’in yüzüne yayılan ışığın, kainatta eşi benzeri yoktu. Sabah uyanmış bir çiğ damlası gibi berrak ve temizdi bu ışık. Doğuda da batıda da görmemiştim onun gibisini. Benim ise yüzüme çöken karanlığın eşi benzeri yoktu. Bir kuyu dibinde vakitsiz ölmüş bir kuşu andırıyordu yüzümün karanlığı. Geçmiş kötücül zamanları, kıyımları, acıları. Korkutan yanlarını hayatın. Kayıplarını zamanın.

Karanlığın nurla işi olmaz, gözlerim yandı, yüzümü çevirdim. Kendimi zorlayarak son kez gülümsedim. Yüzümle değil ama gözlerimle, kalbimle. Bilge, ağlamaya başladı. Ellerini sıktım. Rüzgârın okşadığı perdelerin altına kurulmuş sedire gidip, sırtım odaya dönük uzandım. Bilmem kaçıncı kez ölmeye yattım.