Kandilli’ deki yalıya uzunca bir aradan sonra tekrar gittim. Neveser hanım artık iyice yaşlanmıştı. Hareketleri yavaşlamıştı. Akşam üzeri demlediği karanfilli çayı her zaman ince belli bardaklara koyardı. Bu sefer de öyle yapmıştı. Dantel örtülü sehpaya itinayla koyduğu gümüş tepsi batan güneşin son ışıklarıyla aydınlandı. Yüzüne bakınca gülümsedi. Sessizce pencere kenarındaki koltuğa oturdu. Gözlerinde, tül perdenin aralığından neredeyse salona girecek gibi uzanan erguvanların rengini gördüm. Birden içime bir sevinç doldu.
Neveser hanım; baba dostu, rahmetli Bakü konsolosu Mümtaz beyin eşiydi. Babam zahire ticaretiyle uğraşırdı. Yıllar önce bizzat yurt dışında yaptığı bir teslimat sırasında anlaşmazlık çıkınca babamın müracaatı üzerine konsolos bey devreye girerek meseleyi halletmişti. O tarihten itibaren aralarında başlayan dostluk, Mümtaz bey emekli olup boğazdaki yalıya yerleştikten sonra da devam etti. Ben kendisini bir kaç defa gördüm. Konsolos beyin babasından kalan yalıya bayramlarda ziyarete giderdik. Çocukları olmamıştı. Mümtaz bey sakin, tane tane konuşurken insanın gözlerinin içine bakardı. Lakin onu dinlerken bir tuhaf olur, bir süre sonra gözlerimi kaçırırdım. Sanki anlattıklarıyla içinize nüfuz etmek isterdi. Bu esnada sorduğu sorulara cevap veremezdim, tutulurdum. Bunu niçin yapardı bilmiyorum. Belki onun meslekten gelen konuşma üslubu böyleydi. Bir mana veremezdim. İyi bir satranç oyuncusuydu. Babam kendi hamlesini düşünürken onu da süzerdi. Nefes alışını takip ederdi. Sanki hangi hamleyi yapacağını kestirmek isterdi. Babamın onu bir kere dahi mat ettiğini hatırlamıyorum.
Onlar satranca dalınca Neveser hanımın yaptığı kurabiyeleri yer, limonatayı içerdim. Bu arada benimle sohbet eder, tahsil hayatımı sorardı. Kendi evladıymışım gibi beni sevdiğini hissederdim. Ecnebi lisanı öğrenmemin mühim olduğunu, yurt dışına çıktığımda faydasını göreceğimi söylerdi. Mümtaz beyi örnek verir, hariciyedeki başarısından söz ederdi. Birlikte bir çok ülkeyi gezdiklerini, çok iyi zamanlar geçirdiğini gözleri dalarak anlatırdı. Hatırlıyorum, bir kaç bayram ziyaretimiz bahar mevsimine tesadüf etmişti. Bizzat Mümtaz bey bahçeyi gezdirirken ulu erguvan ağacını gururla gösterir, babasının padişah fermanıyla diktiği ilk ağaçlardan biri olduğunu söylerdi. Gerçekten geniş gövdeli ağaç heybetli bir şekilde semaya doğru uzanıyor, yalının yıpranan kaplamalarını çiçekli dallarıyla gizliyordu. Neveser hanımın getirdiği akşam çaylarını içerken yalının önünden akıp giden boğaz sularında seyreden vapurlara bakardım. Mümtaz beyin bir ara babama dönerek, “Cemil bey, tesadüfe bakın ki Neveser’in gözleri de erguvan renginde” dediğini hatırlıyorum. Bu söz üzerine Neveser hanıma baktığımda, hakikaten gözlerinin erguvan rengi olduğunu fark etmiştim. O, kırlaşan saçlarından akşam serinliğinde kayan tülbentini düzeltirken “ilahi Mümtaz bey” diyerek gözlerini yere indirdi.
Önce Mümtaz bey, senesine kalmadan babam vefat etti. Ancak babamın bana bir vasiyeti vardı. “Ben öldükten sonra Neveser hanımı ziyaret etmeyi ihmal etme”, demişti. “Seni evladı gibi sever, unutma”. Çoluk çocuk, iş güç derken uzun bir aradan sonra bu bahar akşamı Neveser hanımın ziyaretine gelmiştim. Yardımcısı yoktu. Henüz kendi işini kendi görüyordu. İleride ne olacaktı bilmiyorum. Yalının üst katını kapatmıştı. Giriş katında oturuyordu. Zannedersem akrabası da yoktu. Tek başına yaşıyordu. İkinci çayları ben getirdim. Kısık bir sesle teşekkür etti. Güneş iyice alçalmış, karşı ki tepelerin arkasında kaybolmak üzereydi. Lakin ortalık aydınlıktı. Konuşmadan çaylarımızı bitirdik. Neveser hanım yüzünde bir tebessümle “gelin” dedi. “Bahçeye çıkalım”. “Olur, çıkalım” dedim. Koluna girdim. Salondan taşlığa, oradan da deniz tarafındaki ahşap kapıyı açarak bahçeye çıktık. Erguvan ağacının gölgesi neredeyse bütün bahçeyi kaplamıştı. Başımı kaldırıp koca ağaca baktım. Pembe eflatun çiçekleri hâlâ göz alıyordu. Altındaki sandalyelere oturduk. Akşam serinliği çıkmıştı. Sırtındaki şala sarındı. Yüzüme dikkatle baktı. Bir şeyler anlatacaktı. Hiç bir sözünü kaçırmak istemediğimden iyice yaklaştım.
Derin bir nefes alıp “biliyor musunuz Ulvi bey” dedi. “Mümtaz benim gözlerime aşık olmuş”. “Babası o büyük felakette beni kurtarmış. Annemi , babamı, kardeşlerimi kaybetmiştim. Yanlarına alıp İstanbul’a getirmişler. Yedi sekiz yaşlarındaymışım. Hayal meyal hatırlıyorum. Her taraf bir taraftaydı. Büyük bir kargaşa vardı. Mümtaz’la aynı yaştaydık. Babası Ahmet Cemil bey beni hiç ayırmadı. Kendi kızı gibi sevdi. Mümtaz tek çocuktu. İkimizi de yatılı okula verdiler. Hafta sonları eve gelirdik. Kardeş gibiydik. Ama sonra büyüyüp serpilince birbirimize olan duygularımız değişti. Ben liseyi bitirdim. Mümtaz mülkiye mektebine kayıt olup evden ayrıldı. Giderken beni bekle dedi. İki üç ayda bir gelirdi. Gece olup herkes yattıktan sonra yalının bahçesine çıkar erguvan ağacının altında gün doğana kadar konuşurduk. Mümtaz son sınıftayken babası vefat etti. Mektebi bitirince evlendik. İstanbul işgal edilince kayınvalidemi de alıp Anadolu’ya geçtik. Zaferden sonra bir süre başşehirde yaşadık. Kocam hariciye vekaletinde çalışmaya başlamıştı. Mümtaz’ın annesi İstanbul’a döndü. Bizden torun haberi beklemeye başladı. Ne yazık ki ona bu haberi veremeden vefat etti. Lakin ben bir türlü hamile kalamıyordum. Gitmediğimiz hekim kalmadı. Beni Avrupa’ya dahi götürdü. Nafile. Son gittiğimiz doktor, uzun yıllar önce büyük bir ruhi bunalım geçirdiğimi, belki o nedenle çocuğumun olmadığını söyledi. Zihnimde, feryat eden kadınlar, ağlayan çocuklar, toz duman içinde yol almaya çalışan at arabaları vardı. Onların tesiri olmalıydı. Sonraki yıllarda Mümtaz benim oğlum, ben de onun kızı oldum. Birbirimize tutunarak hayatımızı sürdürdük. Mutluyduk. Bir eksiğimiz vardı. Onu da yüreğimize gömmüştük. Evlatlık almayı düşünmedik”. Yorulmuştu. Bir süre sessiz kaldık.
“Değişik Avrupa memleketlerinde hizmet ettikten sonra Bakü konsolosluğundan emekli olunca yeniden yalıya taşındık” diye sözlerine devam etti. “Babanla orada tanışmışlar. İyi bir dostluk kurmuşlar. Seni ilk görüşümüzden beri oğlumuz gibi sevdik. Baban da muhterem bir beydi. Ne yazık ki onları kaybettik”. Hava kararıyordu. Erguvanların rengi de kaybolmaya başlamıştı. Yüzüne baktım. Gözleri karanlıkta kalmıştı. Mümtaz beyin aşık olduğu gözlerinin rengini göremiyordum. Bir süre daha oturduk. Neveser hanım üzgün bir sesle “artık kalkalım” dedi.
Yukarı çıkınca çay içtiğimiz pencerenin yanındaki koltuğa oturmasına yardım ettim. Karşı sahilin ışıkları yanmıştı. Hava açıktı . Yıldızlar parlamaya başlamıştı. Elimi tuttu. Fısıltı halinde “beni ara sıra görmeye gel” dedi. “Kimsem kalmadı. Yarın sabah erguvanların rengini tekrar görebilir miyim? Bilmiyorum. On güne kalmaz çiçeklerini dökerler. Ya önümüzdeki bahar yeniden açtıklarını görebilecek miyim”? “Olur mu öyle şey Neveser hanım” dedim. “Gayet tabi göreceğiz. Üstelik çaylarımızı da erguvan ağacının altında içeceğiz”. Elini yavaşça tutup öpmek için eğildiğimde o daha önce davranıp benim elimi öptü. İçimden bir şey koptu. Kurumuş dudaklarıyla , yeni doğmuş bir bebeğin elini öper gibi şefkatle öpmüştü. Ben de onun elini aynı yumuşaklıkta öptüm.
Sokağa çıktığımda poyraz esiyordu. Durağa doğru yürürken Neveser hanımın son sözleri kulağımda yankılanıyordu. “Ulvi bey, artık iyice yaşlandım. Erguvanların önümüzdeki sene yeniden açtığını görebilecek miyim?” Ceketimin yakasını kaldırıp “kim bilir” dedim kendi kendime. “Kimin göreceğini kim bilir?”