Dünyayı gez dolaş;
bildiğin öğrendiğin her şeyi herkese söyleme.
Şahname, Firdevsi
Uyandığımda duydum onu, o zaman. Daha önce böyle bir şey duymuş muydum?
Düşününce, sanki duymuş gibiyim. Eminim. Sanırım. İlki o sabahtı. On iki yıl önce.
Düdük sesi falan. Galiba düdük sesiydi. Çünkü tiz bir sesti. Zamanla çok derin olmayan
belleğimin karanlık koridorlarında yitip gitmiş olmalı. Bu sabahki? Yukarıda o karaltıyı
görmem gerekirdi. Sonra görmem. Demek istediğim sesten sonra. Yani neşeli düdük
sesinden. Göçmenleri taşıyan gemilerden değil. Sonunda bizi kurtarmaya gelen ikinci
geminin düdüğünden söz ediyorum. Belki vaktim olmadı. Gemiyi görmeye olmadı
anlayacağınız. Çünkü tam bu sırada düştüm. Ama ondan önce çoktan gelmişti gemi. İlki
gibi. Bu da kurtarma gemisiydi. O geminin düdük sesinin etkisiyle olmalı. Bana çarptı.
Mekanik bir dalgaydı çarpan. Tüneğimden düşmemi söylüyorum. Biliyorsunuz işte.
Havadakinden beş kat hızlı yayılıyor suda. Yaklaşık bir değer bu söylediğim. Balo
salonundaydım. Piyanonun üstündeki kafesin içinde. Burada uzunca zamandır bekleyen
iskeletim un ufak oldu. Tozlarım havaya –siz suya anlayın- uçuştu. Biraz ısındım gibi
geldi o sıra. Çünkü biliyorsunuz, ısıya dönüşüyorlar. Bunlar da -ses dalgalarından söz
ediyorum- ısıya dönüşmeye karar vermiş olmalıydı. Bunu bilmiyordum. Ötekinin
kitabında, altı çizili satırları okuyunca öğrendim. Öğrenmiş oldum. Şu meşhur yüz
yetmiş ikinci sayfa…
Bir çift gözü üstümde o an duyumsadım. Doğruyu söylemek gerekirse gözlendiğimi
uzun zamandır hissediyordum. Ne bileyim, hissedersiniz işte. O pavuryanın kıskaçları
kafesin tellerinde, tozlarım dibe düşerken tıkırdadı.
Koskoca, nasıl denir, capcanlı yengecin gözlerinde korkuyu gördüm. Çünkü o da onu
görmüştü. Hayır, onu değil, öteki onu. Gördüğünüz –okuduğunuz- gibi, ölü bir canlı -bir
ölü-, iskeleti dağılınca sözcüklerini de bir arada tutamıyor. Benimkiler de –sözcüklerimöyle
oldu işte. Yeniden deneyeyim. Yengecin gördüğü şey, yukardaki kurtarma gemisi
değildi. Onu ben de görememiştim. İkimizin de… O sırada oradan geçiyordu. Ötekinden
söz ediyorum. Beyaz, bir parmak kalınlığında, lastik tabanlı ayakkabılarıyla. Adımları
hızlıydı. Kapüşonlu cüppesinin etekleri rüzgârda, demek istediğim suda, dalgalanıyordu.
Cüppe, tıpkı bir rahibinki gibi, ama beyazdı. Ona bakınca, acelesi varmış diye
düşünürdünüz. Dağılmasaydım ben de bakabilir, kuşkusuz sizin gibi düşünürdüm.
Koltuğunun altında bir kitap vardı. Belki varlığım toz bulutuna dönüştükten sonra
görebiliyordum, bu ötekini. Ya diğerlerini? Söz gelimi o genç kızı, o kadını ya da o
adamı? Bir çift gözü, gözün sahibi olan içinde bulunduğumuz bu batık gemiyi görebilme
yetimi yitirmiştim. Olsa olsa hissedebilirdim. Gemi, gemimiz bizi –benimle ötekinigözetliyordu.
O da benim gibi göremiyordu. Ama hissettiğini hissediyordum.
Birbirimizi göremiyorduk, çünkü ayrı dünyaların varlıklarına ya da yokluklarına -siz
nasıl nitelendiriyorsanız- dönüşmüştük.
Soracak değilim. Nerede kaldığımı biliyorum. Koltuğunun altındaki kitap –sevmediğim
sözcükle söylemek gerekirse- sanırım, orta yerinden ters kıvrılmıştı. Dikkatle bakınca
sayfanın altında yüz yetmiş iki rakamı seçiliyordu. Kitabı buraya kadar okumuştu
demek. Piyanonun, hareket etmeye başlayan tuşlarıyla “Ölülerin Adası” doldurdu balo
salonunu.
Limandan ayrıldığımız ilk günlerdeki gibi. Birazdan sırtları, bellerine kadar açık elbiseli
kadınlar, siyah smokinli erkekler masalarından kalkacaklar; içlerinde, gezilecek gizemli
limanların hayalinin verdiği sarhoşlukla dans edecekler, müzik, parfüm, ter kokusundan
oluşan çekici bir karışım salonda yükselecekti.
Merdivenlere oturdu. Buradan bakınca anlaşılmıyordu. Dinleniyor muydu? Yoksa hâlâ
gemiyi kurtarmanın bir yolunu mu arıyordu?
Bundan on iki yıl önceydi. Kurtarma gemisinin neşeli düdüğünü duymadığım
zamanlardan söz ediyorum. Daha batmamıştık. Çünkü, şimdi batık olan, bu gemiye
henüz binmemiştik. Rıhtımda, elinde bir valizle yürüyordu. Birden durdu. Göz ucuyla
vitrine baktı. İçeri girdi. Ne aradığını bilmiyor gibiydi. Uzak, tropik ülkelerin, ahşap
oyma zenci kız heykelciklerine, ıvır zıvıra baktı bir süre. Çıkmak üzereyken yeniden
durdu. Başını yukarı, içinde bulunduğum kafesin, içinde bulunduğu dolabın rafına
kaldırdı. Beni gösterdi dükkân sahibine. Adam satılık olmadığımı söyledi. Demek
istediğim, hem kafesin hem de benim. Öteki, cüzdanından çıkardığı bir banknotu uzattı.
Hangi ülkenin parasıydı göremedim. Üstündeki rakamı da. Konuşmadan anlaştılar.
Biraz sonra valiz, ben ve öteki rıhtımda, ılık rüzgârın önündeydik. Martıların sesi
duyuluyordu. Küt topuklu ayakkabılar ve onların ahşap iskeleyle ikili şarkısını işittik…
Ben işittim, -sanırım- öteki de. Topukların sahibi o genç kız geçti yanımızdan. Kırmızı
valizini çekiyordu. Rıhtımda, belki bana öyle görünen, büyük bir gemi -gemiler
kuşlardan büyük oluyor- demirlemişti. Kimi yolcular güverteden aşağıya bakıyordu. O
kadın görünürde yoktu. Yeni binmiş olmalıydı. Çünkü ağır bir sandığı taşıyan iki hamal
o kadını arıyordu. Ama genç aralarındaydı. Beyaz gömleği, parlak küçük kareli, gri
yeleğiyle dikiliyordu. Elinde gümüş bir tepsi alık bir yüzle aşağıya bakıyordu. O adam
da oradaydı. Neden sonra ayrımsadım. Hâlâ rıhtımdaydık. Durduğumuz yer küçük bir
tahta sandığın önüydü. Gemideki adam kasketini düzeltti. Yolculardan ayrı, baş
kasarasına yakındı. Onun ikinci kaptan olduğunu gemiye binince öğrendim. O kadın, o
adam, gümüş tepsili genç garson ve ikinci kaptan, sanki hepsi genç kıza, belki de bize
(ötekiyle bana) bakıyordu. Hangi tür kitap okuduğunu sordu tahta sandığın arkasında
dikilen küçük çocuk ötekine. Sandığın üstüne dizilmiş eski kitapları satıyordu. Öteki,
yanıt vermek yerine elini uzattı. Işık ve Ses’i seçti.
Ertesi sabah, gemide o adamla karşılaştık. Nedenini bilmiyorum. O adam yüzünü kafese
yaklaştırdı. Benimkine benzediğine inandığı sesler çıkardı. Öteki, kafesi uzattı. Dilerse
alabileceğini söyledi. O adam kafesimi aldı. Piyanonun üstüne yerleştirdi.
Gemimiz bu arada yola –denize anlayın- çıkmıştı. Yola ya da denize çıktıktan üç gün
sonra mercan kayalıklarına bindirdi. Sonra epey sürüklendi. Epey sonra battı. Battık.
Ama önce patlama sesi duyduk. O tiz sesi duymamızsa, patlamadan önceydi. Bu, içinde
bulunduğumuz gemiden söz ediyorum. Hâlâ içinde dolaşan ötekinin kurtarmasını
bekliyor. Kendisini ve diğerlerini.
Kurtulan var mı? O, ilk çarpmadan sonra –balo salonundakini andıran- gürültülü
koşuşturmanın ardından her şey sessizleşti. Yolcular gibi ben de tropik ülkelerin
sahilleri yerine, diğerlerinin su altındaki ölü bedenlerini izledim. Sonra göremez olduk
birbirimizi. Öteki ve ben dışında. Sonra, çok sonra -on iki yıl kadar- bu sabah,
uyandığımda, gözlerimi alıştığım loş aydınlığa açtım.
Deniz kestanelerine bakıyordum öteki kitabını düşürdüğü sırada. Yerde, açık duruyordu
kitap. O ünlü sayfa, sayfa kenarına el yazısıyla alınmış notlar o zaman ilişti gözüme.
Özenle baktım.
“Kayalara çarptıktan sonra gemi sürükleniyordu. Yardım çağrılarını duyan olmamıştı.
Diğerleri böyle düşünüyordu. Yalnız ikinci kaptan sessizdi. Aklı odasındaki genç
kızdaydı. Telsize yanıt veren yoktu. Ufukta o gemi göründü. Bordası gri bir savaş
gemisiydi. Yan yatmaya başlamış güvertedeki yolcular sevinçle bağırıştılar.
Gömleklerini çıkarıp sallayanlar oldu. Savaş gemisi daha çok yaklaştı. Düdük sesini
andıran tiz bir ses işitildi ardından. O sırada gemi su alıyor, sürükleniyordu. Göçmen
gemisi sanmıştı bizi savaş gemisinin subayları. Çünkü batmakta olan geminin
gövdesindeki büyük delik savaş gemisinden atılan torpidoyla açılmıştı.”
Notları okumayı bitirdim. Kurtarma gemisinin neşeli düdük sesi duyuldu yeniden.
Gece gibi değildi. Işık öyle vuruyordu. Su yosunları, algler emiyordu ışığı. Yosunlar,
durgun bir içdenizde olduğumuzu haber veriyordu ya da bir nehrin dibinde. Işığın
bulunduğumuz yere, bu salona ulaşmasını önleyen yosunlar değildi yalnızca. Suyun
kendisiydi. Derinleştikçe renkler koyulaşıyordu.