Haziran diğer aylardan farklı. Nedenini tam olarak bilmiyorum. Belki okullar tatil olduğu, belki doğduğum ay olduğu için, belki de büyük ayaklanma haziranda olduğu için… Nedeni her ne olursa olsun haziran ayı benim için farklı.
Haziranın son günü gece yarısı yola çıkacak, daha Kepez’i görmeden, muavin nerede ineceğimi sormadan uyumuş olacağım. Mola yerini es geçip Polatlı’da uyanacağımı adım gibi biliyorum. Özel Can Hastanesi’nin duvarındaki resme bir şey arıyormuş gibi bir kez daha bakacağım.
Bazı noktalarla ilgili öyle bilinmez bağlarım var ki. Sanki içsel, başka hayata dair bir bağ. Çok yoğun ve hâlâ bana dair etkileri bir başka zaman diliminde sürüyormuş gibi. Oysa biliyorum ki orada insem ve gezinsem, hastanenin odalarında ya da bahçesinde bakınsam hastalara, hastabakıcılara, doktor ve hemşirelere, onların yüzlerinde arasam, duvarlarında parmak uçlarımı gezdirsem, neden orada inip, neden tam da bu mekânla ilgili güçlü bağ hissettiğimi bulmaya çalışsam… Yok! Olmayacak böyle bir şey. Doğaüstü hiçbir şeyin gerçek olup olmadığını bilmiyorum. (“İnanmıyorum” sözcüğünü kullanmadığımı fark etmişsinizdir. Bence doğrusu bu: Bilmiyorum. Birçok şeyi olduğu gibi bunu da bilmiyorum.) Bildiğim tek şey tam da o anlarda otobüs koltuklarının rahatsızlığı yüzünden belimin ağrıyor olacağı. Muhtemelen kaykılacağım. Bu arada Polatlı’dan çıkmış olacağız. Telefonumu çıkarıp interneti açacak, facebook, Edebiyat Defteri, Twitter ve Instagram’da kısa bir gezinti…
İçimdeki intaçı ve direngen sosyopatın gücünün kaynağına açılan kapıdan sabah yedi sularında ineceğim. Hamallardan biri eşyamı taşımak için gözümün içine bakarken ben de ona kendime bile yük olduğum bakışımı atacağım. Dikkat çekmeden, karşılanmamış bir adam olarak sıvışacağım insan kalabalığının arasından. Lokumcular, pilli Çinli dans eden, savaşan oyuncaklar, hurda metal takılar, şapkalar, lokantalar ve bekleme salonunda uyuyan kara, kuru, çocuk, kadın, terli, kirli, uzun yolcular… Bilet gişesinde önümde biletini almaya çalışan, bozuğu çıkışmayan, parasının üstünü bir türlü sayamayan yaşlı teyzeye gişeci kadar ben de küfür edeceğim. Ettiğim küfür gözümde canlanmaya başladığında midem bulanacak, ettiğim küfrü değiştirmek zorunda kalacağım.
“Bir tane beşlik.”
Eski alışkanlık!
Beş bilet sayacak önüme. Biri Kızılay’a yalnız gidiş, ikisi oğlumla otogara dönüş ve ikisi de yirmi gün sonra Kızılay’a gidiş ve sonra belki gözyaşı, hınç ve tiksinti…
Yeraltı ulaşım sistemleri henüz filizlenmekte olan klostrofobimi tetikleyecek. Yine de on dakika direnecek, Kızılay’da ineceğim. Hafta içi şehir, devrimden bahseden duvar yazıları kadar uyanık olacak. Afişlerde ayaklanmada ölen çocukların resimleri. Ethem’in ya da Berkin’in ya da Ali İsmail’in hayattayken bu kadar sevenleri olmadığını düşünmeye mani olamayacağım ve biliyorum ki iktidarda eğer bir devrim konseyi bulunsaydı beni böyle düşündüğüm, devrim şehitlerine saygısızlık etmeye yeltendiğim için kesinlikle cezalandıracaktı. Ölmeyi sevmesek de ölüleri sevdiğimiz aşikâr.
Kim ne derse desin, yolumun hiç de üzeri olmasa da Bilim Sanat’ın bahçesinde göz gezdireceğim. Bağ kurduğum bir diğer yer. Hastanenin aksine orada bulundum. Defalarca kahvaltı yaptım, garsonlarına baktım, masalarına dokundum, caddeden akan insan kalabalığını dinledim. Bilmiyorum. Benim olan bir şeyi tam da buralarda bir yerde kaybetmişim hissi…
Çankaya’da:
Oğlum annesinin evinden çıkıp valizini sürükleyerek gelecek, sarılacak. Onu içime bastıracağım. Boyu uzamış olacak. Benim sarı lekeli gülümseyişime karşın o bembeyaz gülümseyecek, masmavi bakacak. İlk söyleyeceğim cümleyi düşüneceğim. (Düşünün ki yazıyorsunuz, düşünün ki her şeyi hesaplıyor ve önceden biliyorsunuz ama ilk cümleniz yok. Bunun sebebi evreninize her seferinde ilk kez bu kadar yakından bakıyor olmaya dair bir his. Yazarlar dışarıdan bakıp görebildiklerini yazabilirler, içinde bulunduklarını değil. İtirazlar yükselecek biliyorum “Ben kodesi yazdım birader, sen ne diyorsun!!!” diyorum ki kodesin duvarlarını yazdın, duvarların dışındaydın, ranzasını yazdın, ranzasının demirini, döşeğini, böceğini yazdın ve hepsinin dışındaydın. Oysa ben onu gördüğüm an o olacağım.)
“Naaber oğlum?”
Klişeler can simitleridir.
“İyilik baba…”
Kızılay’a gidecek olan taksinin çarpan kapısının sesi kalır geride ve haziran. Artık her yer temmuz, dünyada haziran olan tek bir şehir bile kalmadı…