- Fıratım, hadi şimdi sökelim süsleri. Yılbaşına kadar birkaç kere daha süsleriz. Daha zevkli olmaz mı?
- Ama anneee. Çoookk güzel oldu. Bozmayalıııımm lütfeeen.
- Olmaz, sökmemiz lazım.
- Ama, ama neden anneee?, derken Fırat’ın güzlerinde yaşlar birikmeye başlamıştı.
- Bugün ağacı süslerken aldığımız keyfi daha çok almak için oğluşum.
- Lütfen anne, lütfeeen kalsın. Babam da görsün, dedi Fırat burnunu çeke çeke.
- Bu akşam baban eve gelince gösterelim, yarın da sökelim. Anlaştık mı?
Pervin altı yaşındaki oğlunu ikna etmeye çalışırken sesindeki titremeyi fark etmemesini umuyordu. Biraz daha ısrar ederse kendisi de dayanamayacak ağlamaya başlayacaktı. Biricik oğlunun tek bir gözyaşına ömrünü verebilirdi ama…
- Hadi mutfaktan getir telefonumu. Her yaptığımız ağacın resmini çekelim. Bakalım, en güzeli hangisi olacak?
Oyuna çevirerek ikna etmeye çalışıyordu oğlunu. Bu ağacın yarın akşamdan evvel muhakkak buradan kalkması lazımdı. Fırat koşa koşa mutfağa telefonu almaya giderken zorla tuttuğu gözyaşları süzüldü yanaklarından. Aceleyle sildi.
Tam ağacı süslemeyi bitirdiklerinde babası aramıştı. Yarın akşam annesiyle birlikte torun sevmeye geleceklerini söyleyip Pervin’in cevap vermesine fırsat vermeden kapatıvermişti telefonu. Pervin’in beyninden aşağı kaynar sular dökülmüş, bu ağaç işine nasıl bir çözüm bulacağını düşünmeye başlamıştı hemen. “Gelmezler, gelmezler, şimdi tuttu gelecekleri” diye söylendi kendi kendine. Ne yapmalıydı? Hem oğlunu üzmemeli, hem de yarını kazasız belasız atlatmalıydı. Fırat içeriden kendisine sesleniyordu; kutuda kalan son süsü boyunun erişmediği bir yere asmasını istiyordu. Meleği ağacın üst dallarına asarken gelmişti aklına fikir. Ana-oğul süsledikleri ağaca bakıp kendilerini alkışladılar. Fırat, “altına hediyeler de koyacağız di mi?” diye sordu birkaç kere. Pervin duymadı. En sonunda eteğini çekiştirip bir daha sordu. Pervin “tabii, tabii ki koyacağız” derken oğlunu öptü mis kokusunu dolu dolu içine çekerek. Bir – iki saat bir şey demedi oğluna. Fırat gelip gidip ağacına baktı. Yaptığı resimlerden koydu altına. Oğlunun üzüleceğini biliyordu ama başka çare bulamamıştı. Fırat’ın ağaca ilgisi azalınca sökme konusunu açtı oğluna.
Geçen sene, gene bu zamanlarda gelmişlerdi annesiyle babası. Babası daha kapıdan girer girmez süslenmiş yılbaşı ağacını görür görmez hiddetlenmiş, “Müslüman evinde ağaç olmaz, nereden çıkarıyorsunuz bu gâvur âdetlerini, torunuma kötü örnek oluyorsunuz” diye bağırmaya başlamıştı. Kocası kayınpederinin hiddetine şaşırmış, “aman babacığım yapmayın, altı üstü bir ağaç. Çocuk seviyor, oyun oluyor ona. Ne var ki bunda!” deme gafletinde bulunmuştu. Babası şimşek şimsek çakan gözlerini kocasına dikmiş, “senin başının altından çıkıyor değil mi bu gâvur icatları, sana dininde imanında Müslüman kız verdik, önce başını açtırdın, şimdi de bu! Torunumu da bozmana izin vermeyeceğim” diye üstüne yürür gibi yapıp aniden annesine dönüp “yürü yürü hanım, bunlar gâvur olmuş. Bu evde işimiz yok bizim” diyerek daha paltosunu çıkarmadan, ağzı açık bir şekilde bir şey diyemeden öylece kalan annesini de kolundan çekiştirip hışımla çıkmıştı evden. Oldum olası babasından çekinen Pervin, sinirden yerinde duramayan kocasını sakinleştirmek için epey uğraşmış, gene sesini çıkaramadığı için kendisine çok kızmış saatlerce ağlamıştı. Birkaç aylık küslükten sonra torun hasretine dayanılamamış, konu bir daha açılmadan halı altına süpürülmüştü. Ancak Pervin biliyordu ki, aynı sahne tekrar yaşanırsa bu sefer dananın kuyruğu kopardı. Zaten annesi babasını, kendisi de kocasını zor ikna etmişlerdi. Ertesi gün, oğlan yuvadan gelince süsleri güzel güzel kutularına geri koydular. Pervin ağacı da söküp kutuladı. Fırat ağacın boşalan yerine hüzünle bakıp endişeli bir ses tonuyla “yarın gene yapacağız di mi anne?” diye sordu. “Tabii ki yaparız Fıratım” cevapını alınca sevinçle ellerini çırparak odasına gitti.
Çocukluğunda annesi zaman zaman kokinalar alırdı yılbaşına doğru. Asla kutlanmayan yılbaşının esintisini taşırdı bu çiçekler eve. Babası anlamasın diye de muhakkak yılbaşından bir – iki gün evvel atardı onları. Pervin de, annesi gibi, babasını kandırmak, evin içindeki yılbaşı havasını azaltmamak için ağacın durduğu yere kokinalar koymaya karar verdi. Nasıl olsa alışveriş için çıkacaktı evden. Dönüşte aldığı kokinaları mutfak masasının üzerine bırakıp yemek yapmaya koyuldu. Yemekleri pişirip sofrayı da hazırlayınca kokinaları vazoya koyması gerektiğini hatırladı. Büyükçe bir vazoyu büfeden çıkarıp mutfak masasının yanına getirdi. Masaya bıraktığında dağılan demeti toplayıp vazoya koymak isterken kokinaların dikenli yaprakları eline battı. İrkilerek elini çekti. Bir yaprak derince batmış olmalıydı ki, bir parmağında iğne ucu kadar kandamlası belirdi. Çok kanıyormuş gibi parmağına bakakaldı öylece. Midesi bulanmaya başladı, başı da dönmeye. Sandalyeye oturma ihtiyacı hissetti. İçine adını tam koyamadığı bir huzursuzluk çökmüştü. Ve korku… Bu kadarcık kan kaybından kimse ölmez diye kendisiyle dalga geçmeye çalıştı ama olmadı. Dehşet duygusu yükselmeye, kalbi hızlı hızlı atmaya başladı. İçinde kıvır kıvır bir şeyler dışarı çıkmak ister gibiydiler. Sanki patlayacakmış gibi hissetti kendini. Aniden kendisine ne olduğunu anlayamadı. Biraz uzanmak ve sakinleşmek için yatağına uzandı. Gözlerini kapadı. Kalbi yavaşlamaya başladı. Odanın içinde sadece iri kıllı elini gördüğü iriyarı bir adam dolaşıyordu. Sonra karanlık. Bir fotoğraf karesi gibi siyah beyaz bir çocuğun çıplak bacaklarını gördü. Işık direkt bacaklara yansımıştı. Çocuğun üstünde sadece külotu vardı. Birden başka bir kare daha geldi gözünün önüne; pembe çiçekli pazen geceliği göğsünün üzerine kadar sıyrılmış bir çocuk. Yüzü yoktu çocuğun ama o geceliği biliyordu. Kendi geceliğiydi. Annesi dikmişti. Gözlerini açmak istedi, açamadı. O iri, kıllı el, fotoğrafları aldı. Fotoğraflar hareketlenmeye başladı. Aynı el önce bacakların, sonra fotoğraftaki bedenin üstünde dolaşmaya başladı. Yüzünü göremediği adamın hızlı hızlı nefes alıp vermesini bile duyuyordu. Her şey karanlıktı; sadece elin üstünde ışık vardı. Bir anlığına adam eğildi ve yüzünü gördü adamın. Babasıydı. Hayır diye çığlık atarak uyandı kan – ter içinde. Başını ellerinin arasına aldı. Olamazdı böyle bir şey! Nasıl olabilirdi ki?! Ne biçim bir rüyaydı bu? Rüya değil kâbus! Tekrar yastığa koydu başını. Dinlenmek, bu kâbusun etkisinden kurtulmak istiyordu. Ancak kafasının içinde anahtarı kayıp bir kapının yavaş yavaş açıldığını hissetti. Sisli bir gecenin koynunda geriye, çok geriye, on yaşına aktı zaman. Yılbaşına yakın bir zamandı. Erkenden yatmıştı o gece de her zaman olduğu gibi. Gece yarısı babasının bedenini okşayışıyla uyanmıştı. “Ne yapıyorsun baba?” diye sormuştu tedirgin.
“Seviyorum kızım, bir baba evladını sevmez mi?!” diye cevaplamıştı babası. Ellerini dudağına götürerek “sesini çıkarma e mi? Annen yattı, uyanmasın” derken bacaklarını okşamaya başlamıştı. Pervin hemen bacaklarını çekip geceliğini indirmeye çalışmıştı. Babası onu bırakmış ve odadan hemen çıkmıştı. Çıkarken “annene söyleme ama aramızda” diyerek göz kırpmıştı. Bu okşanmadan hiç hoşlanmamış, aksine çok huzursuz olmuştu Pervin. Sabaha kadar da mide bulantısı çekmişti. Ne olursa olsun annesine söyleyecekti. Annesinin mutfakta iş yaptığını duyunca hemen kalkmış ve mutfağa gitmek isterken babasına yakalanmıştı. Babası, önce tehditkâr kaşlarını kaldırmış, sonra gülümseyerek göz kırpmış ve eliyle bir kendisini bir onu göstererek aramızda işareti yapmıştı. İçinde biriken huzursuzluğu annesiyle paylaşamayacağını anlayınca hemen elinin altında bulunan kokinaları avuçlayıp hırsla sıkmıştı Pervin. Dikenleri batmış, acıtmış ve birkaç parmağından da kan gelmişti. Annesi suyun altında Pervin’in ellerini yıkamış, merhem sürerken “koca kız oldun, kokinaların ellenmeyeceğini bilmiyor musun” diye bir de azarlamıştı kızını. Olay bir daha tekrarlanmayınca Pervin, bu sahnelerin gerçekliğinden şüphe edip hafızasının gerilerine atmıştı.
Net bir şekilde o geceyi gözünün önüne getiren Pervin, gözyaşlarını tutamadı. Biraz sakinleştikten sonra ne yapacağını düşünmeye başladı. Bu akşam babasının yüzüne nasıl bakacaktı? Kocasına da söylememeliydi. Evdeki huzurun bozulmasını göze alamazdı. Annesine hiç söyleyemezdi. İçine çöken bu acıyı nasıl dindirecekti? Nasıl tekrar hafızasının dehlizlerinde kaybedecekti bu anıyı? Yavaşça yataktan kalktı. Mutfağa gitti. Masanın üstündeki kokinalara baktı, baktı, baktı… Birden tüm kokinaları kucaklayıp göğsüne bastırdı.