Topu topu üç adıma iki adım. Babamın yattığı depodan bozma tek yataklı
hastane odası. Oturduğum açılır kapanır refakatçi koltuğu duvara sonradan
küçük bir boşluk açılarak monte edilmiş tek kanatlı pencerenin hemen yanında.
Dışarıyı izliyordum. Derme çatma bir şehir, gri sarı turuncu renklerde üst üste
dizilmiş moloz yığınları gibi uzayıp gidiyordu. Bu karmakarışık görüntüyü tek
izlenebilir kılan başlarına buyruk istedikleri yerde kök salmış, dik başlarıyla
gökyüzüne uzanan anarşist ağaçlardı. Eğer her türlü çirkinliğine rağmen
gördüğüm şeye manzara denilirse, sonsuzluğa uzanan bir karmaşayı tasvir
ettiğini söyleyebilirdim.
Düşüncelere kalmışken ansızın kapı açıldı, hastanede kapı çalma adeti
olmadığına henüz alışamadığımdan oturduğum yerde zıpladım. Odaya üstüne
siyah bir kot pantolon ve tişört giymiş bir delikanlı girdi. Babam yatağında
doğrulup “Hoşgeldin doktor bey” demese boynundan sarkan steteskop
dikkatimi çekmeyecekti.
“Doktor mu?!”
Aniden ağzımdan kaçıveren bu soru üzerine çocuk bana bakınca toparlamak
için: “Babacım ne güzel… Ne kadar genç ve yakışıklı doktorun varmış” dedim.
Bu defa asistan doktorumuz beklemediği iltifat karşısında yanakları kızararak
babamın dosyasıyla ilgilenmeye başladı. Çok hoşuma gitti bu utangaç ve
sevimli hali. Babama art arda sorular sorup hasta takip dosyasına notlar aldı,
benim sorduğum sorulara ise yüzüme utangaç utangaç bakıp kısa cevaplar
verdi. İnsanın yaşı kemale ermeye başlayınca böyle rahat oluyormuş demek ki,
gençliğimde utanıp kızaran ben olurdum.
Babam hasta olmasına rağmen bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiyle
konuşuyordu. Gün böyle geçmeyecekti. Sohbeti çok seven biri hiç olmadım
ama babamı da üzmek ya da ters bir cevap verip kırmak istemiyordum, başıma
gelecekleri bildiğim için evden hazırlıklı çıkmıştım. Küçük sehpayı babamın
yatağına yanaştırdım, çantamdan iskambil kâğıtlarını çıkarttım;
“Hadi baba, birkaç el elli bir oymaya ne dersin” dedim.
Babam çok şaşırdı, normalde tavladan başka oyuna yanaşmayan adam “Hadi
hadi çocukluğumdaki gibi” ısrarlarıma dayanamadı. Zaten yatarak zamanın
geçmeyeceğinin o da farkındaydı. Az buçuk kızını tanıyorsa çok fazla itiraz
kabul etmediğimi bilirdi
“Eee hadi o zaman, nesine küçük hanım” diyerek başladı karıştırdığı kâğıtları
dağıtmaya.
“Kaybeden kazanın omuzlarına masaj yapsın. Vallahi bu refakatçi koltuğunda
her yerim tutuldu babacım,” dedim.
Bilerek yeniliyordum. Onun gülümsediğini görmek çok güzeldi. Oyun boyunca
yan gözle onu izledim, ne kadar da yaşlanmıştı. Gençlik halini bir türlü
gözümün önüne getiremedim. Sanki hep böyle bir ihtiyardı. Geçmişten tek
hatırladığım benden çok uzun olduğuydu. Yıllar geçtikçe büzüldü, çekti sanki.
Kollarının derisi büzüşmüş, iri kemikli ellerinde gri mor damarlar sayılır olmuş.
Genç yaşlarından beri hep griye çalan saçları şimdi kar gibi bembeyaz. Çok
konuşmamayı da becerebilse bir bilgelik var halinde, havasında. Öyle baka
baka en sonunda babama yaşlılığın çok yakıştığına karar vermiştim.
İki kişiyle zor dönüyor elli bir oyunu ama neyse. Babam oyunu unutmuş, ilk iki
el oyunun kurallarını tartışıp durduk.
“Baba bak bu kâğıdı biliyorsun sinek sekizlisi. Ben şimdi bunu dokuz ve onla
tamamladım artık elimi açabilirim.”
“Çocuk muyum kızım? Ben sana öğrettim bu oyunu biliyorum tabii. Babana
ukalalık mı yapıyorsun” diye takılıyordu.
“Baba” dedim “Bir üçüncü oyuncumuz olsaydı ne güzel olurdu değil mi?”
Kapı çaldı, kalktım açtım. Üstünde pembe saten sabahlığı, ayağında tüylü
terlikleriyle babam yaşında bir teyze kapıdaydı. Elinde küçük bir kâsede
kurutulmuş siyah üzüm vardı. Sanki komşu ziyaretine gelmişti.
“Buyrun” deyince
“Latif Bey’e bakmıştım, nasıl oldular? Siz kızı olmalısınız…”
“Evet kızıyım, buyrun lütfen içeri” diyerek teyzeyi oturduğum koltuğa aldım,
ben de dışarıdan bir sandalye bulup geldim. Teyze muhteşemdi. O da
hastaymış, ağır bir zatürre geçirmiş, on gündür serviste kalıyormuş, babamla
yemek dağıtılırken tanışmış, akşamları ara ara koridor yürüyüşleri
yapıyorlarmış. Tırnaklarında sedef renkli ojesi, gözlerinde kalemiyle hiç de
serviste yatan bir hastaya benzemiyordu. Aslında biraz çapkına benziyordu.
Onları izlerken içten içe kahkahalara boğuluyordum.
“Ah, babacım bak gördün mü? Üçüncü oyuncumuz olsa dedim, üçüncümüz
geldi. Siz de bizimle kâğıt oynar mısınız Azize Hanım?”
Azize Hanım’dan sonra babamın ağzını bir süre bıçak açmadı. Nedense benden
utandığını hissettim. Suçüstü yakalanmış bir delikanlı gibiydi. Bir ara yatağının
baş ucundaki çekmeceden lüle taşı piposunu çıkardı, uzun uzun okşadı ve sanki
içi doluymuş gibi ağzına aldı. Annemin hatırasıydı, hiç yanından ayırmazdı,
hastaneye de getirmiş. Bana böylece mesaj vermek istemişti.
Tam lafa girecektim ki, bu defa da odaya belki benim yaşlarımda belki biraz
daha yaşlı bir adam girdi;
“Amca babamı gördünüz mü” dedi. Babam da telaşla,
“Yok oğlum, hayırdır?”
“İftara gitmiştim sadece yarım saatliğine. Döndüm odada yok. Biliyorsun
durumunu…”
“ Koş,” dedi babam, “koş budala, adamın başına bir şey gelmesin!”
“Hayırdır babacım, kim ki bu adamın babası?”
Babam kız kardeşimle hastaneye ilk geldiği gün, bu adamın babasıyla aynı
odaya almışlar. Adamcağız demans hastasıymış. Seksen altı yaşındaymış.
Babamdan beş yaş büyük. O gece tam anlamıyla bir kâbus olmuş bizimkiler
için. Adam bilinci kapalı hiçbir şey hatırlamadan yatıyormuş. Oğlu yemek için
dışarı çıktığında, ki o sırada şansızlık eseri kardeşim de biraz hava almak,
muhtemelen bir sigara içmek için dışardaymış, adam birden uyanmış. Deli gibi
etrafına bakınmış, ben neden buradayım demiş. Etrafımı böcekler sardı, çıkarın
beni buradan diye bağırmış. Kriz geçiriyormuş. Babamın da kolunda serum,
adama sakin ol kardeşim diye seslenmiş ama nafile. Adam altındaki boklu
bezleri sökmüş, etrafa işemiş, babam mecbur kolunda serumla kalkmış, gitmiş
hemşire çağırmış ama bu arada onun da üstü başı batmış. Bütün bunları
anlattığında benim bile içim geçti. Ama babamı asıl üzen, oğluna “ne zamandır
böyle” diye sorunca, verdiği cevap olmuş:
“Hiçbir şeyi yoktu amca, sizin gibiydi, bir gün içinde aniden böyle oldu.”
Babam böyle olmaktansa ölmeyi yeğlerdi, biliyordum. Hastane havasına bir de
böyle acı bir hatıra eklenince ortam iyice gerilmişti, konuyu değiştirmek için
ortaya öylesine bir laf attım:
“Babacım bırakalım bu tatsız muhabbetleri, sana ne aldım ben biliyor musun?..
İncir çekirdeği yağı.”
“ Ne” diye çığlığımsı bir ses çıktı ağzından, deli misin der gibi yüzüme baktı.
Gerçekten ne alakaydı?
“İncir çekirdeği yağı. Sen demiyormuydun saçım dökülüyor diye, çaresi
buymuş. Araştırdım, buldum. Buradan çıkınca eve gideceğiz, sen saçına bundan
süreceksin, biraz bekleyip duş alacaksın, saçların artık dökülmeyecek.”
Çocukluğumda eline limon suyu sıkar sonra saçlarına sürer, bir güzel tarardı.
“Ne için bu” diye sorduğumda saçlarım hem dağılmıyor, hem de besleniyor
derdi. Benim babam, çocuk babam… hemen oltaya geldi, eve gidince saçlarını
nasıl kurtaracağını düşünür oldu. İçine umut serpilince oturuşu bile değişmişti.
“Baba sana bir şey daha diyicem. Ben Almanya’ya dönmeyeceğim. Bir süre
burada kalacağım. Neden diye sorma şimdi sonra konuşuruz ama balkonlu bir
ev buldum. Site içinde, üstelik havuzu bile var. Çıkınca birlikte bakar mıyız?”
Sormadı…
“Zaman çok çabuk geçiyor, Palamut mevsimi de bitti” dedi, uzandı ve sessizce
uykuya daldı.
Akşam hava kararmaya başlarken tekrar refakatçi koltuğuma oturdum. Aynı
manzara karşımdaydı. Bu defa azalan gün ışığıyla ağaçlar gücünü yitirmiş,
bulutlar belirmişti. Onlar da olanca hızlarıyla hantal kümecikler olduklarına
aldırmadan gökyüzünde hızla bir yönden diğerine akıyorlardı. Yolculuk
başlıyordu.