Kil Tablet, bu ayki konumuzu “Memleketimden İnsan Manzaraları” olarak kararlaştırıldı. Büyük Usta Nazım Hikmet, memleketine, insanlarına nasıl bakmış? Gördüklerini, şiir sanatının dünyasında nasıl anlatmış? Bu muhteşem eserinden esinlenerek günümüzde, memleketimizdeki insan manzaralarını görelim istedik. (Yaşasaydı… Gelseydi ve görseydi memleketini, insanlarını nasıl görür, şiirinde şimdi, yine yeniden nasıl ifade ederdi? Bu, başka bir Kil Tablet teması olabilir.) Biz bugün, memleketimizi ve insanlarını nasıl görüyoruz? Her bir arkadaşımız öyküleriyle, kurgusal da olsa kendi İnsan Manzarasını anlatacak! Bunlar da ülkemizin yaşayan, yiyen- içen, seven, kızan, gülen- ağlayan, aldatan ve aldanan insanları olacaktır haliyle. Günümüz dünyasının zaman ve mekân dokusunda şekillenen insanlarımız… Bizim insanlarımız! Ne heyecan verici değil mi?
Nazım Hikmet, 1941 yılının baharında, saat on beş sularında Haydarpaşa garından başlar destanına:
“Haydarpaşa garında
1941 baharında
Saat on beş.
Merdivenlerin üstünde güneş
Yorgunluk
Ve telaş
Bir adam
Merdivenlerde duruyor
Bir şeyler düşünerek
Zayıf
Korkak
Burnu sivri ve uzun
Yanaklarının üstü çopur
Merdivenlerdeki adam
-Galip Usta-“
…diye devam ediyor.
Yer, Haydarpaşa garının o ünlü merdivenleri… 1941 yılının baharında, tarihe not düşer gibi güçlü bir başlangıç! Haydarpaşa garından kalkan trenle, memleketinin her bir yanını dolaşarak anlatıyor insanlarını. Hiçbirimiz Nazım Hikmet değiliz elbette… Biliyoruz. Ama şunu da biliyoruz ki, her birimizin içinde hep ve içselleştirdiğimiz oranda bir Nazım Hikmet vardır… Ve olacaktır!
Kolay değil gerçekten! Önce samimiyet… Yapıp ettiklerinde içten, tutkulu bir muhabbetle insanlarının ruhuna derinlemesine bakmayı, meşakkatine katlanmayı, yılmadan, yorulmadan ve korkmadan çalışıp didinmeyi gerektirir. Bunun yanı sıra, estetik beğeniye ve sözcüklerin örgüsünde büyülü bir dünyayı yaratma becerisine sahip olmayı da gerektirir. Ve her şeyden önce kendi yüreğinin derinliklerine inmeyi, oradan bin bir zahmetle devşirilen deneyimle, başka gönüllerdeki ruhları yakalamak ve onları en yoğun insani duyguların eşliğinde, sade ama özlü bir biçimde anlatmak için maharet ister!
Bir “manzara” çiziliyorsa eğer, nereden ve nasıl bakılması gerektiğine, nelerin nasıl anlatılacağına karar verilmelidir! Sözcüklerinin sesi, armonisi, ritmi, yerine ve gereğine göre hızlanıp duralayan yumuşak, kıvrak ve kışkırtıcı temposuyla kurgunun büyülü atmosferini oluşturacak bir maharet bu! Elbette kolay değil… Hangi iyi, doğru ve güzel şey kolaydır ki? Ama severek ve yöntemlerini bilerek memleketimizin insan manzarasına bakmak, “hislerini” içtenlikle anlatmak… İşte… bu mümkündür!
Biz, örselemeden bu gününün insanını, bugünün mekân ve zaman dokusunda anlatmak istiyoruz. İyi de bugünün memleketini ve insanını nasıl anlatalım? Gördüklerimizin yüreğimizi burkmasına nasıl katlanalım? Üstümüze bir kâbus gibi çöken çevre kirliliği, uluslararası kirli rekabetinin yarattığı gerginlik, bölgesel savaşlar ve memleketlerinden kopartılarak göçe zorlanan milyonlarca insanın dramı, açlık, susuzluk tehlikesi burnumuzun ucundayken… Ve giderek yozlaştıkça otoriterleşen yönetimler varken… Nasıl?
Bütün bu iç karartan karanlık tablonun içinde ve ardında bir umut ışığı sezebilmek, memleketim insanının ruhuna bu umudu yerleştirebilmek! Bir düşünür, “Umut, direnişin gücüdür” demiş! Beton kuleler için her tür yeşilliğin feda edildiği bir ortamda, “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” olunabileceğini görebilmek… Yaralı ruhlara umudu ve cesareti geri verebilmek! Görüyorsunuz… bir küçük umut ışığı yetiyor! Bırakın… insanlar onu elden ele dağıtarak çoğaltsın ve memleketimin her yerine yayarak ufkumuzu aydınlatsın!
İnsanlarımız, yapay olarak oluşturulmuş puslu ortamda, önünü görmek istiyor. Görülmek, fark edilmek, onaylanmak istiyor.
Bunu istemek, bizim en temel hakkımızdır. Bu memleketin özgür bireyleri olarak, çevremizde huzurlu, birbirini gören, tebessüm eden yüzler görmek istiyoruz.