Şehirler arası yolda giden bir otomobil. İçinde bir çift. Haziran, sıcak. Aracın kliması bozuk. Açık camlardan içeriye giren sıcak ve tozlu rüzgâr gürültüyle beraber arabanın içine hapsolup çöküyor. Gri asfalt, güneşi daha da parlatıp şoförün ve ön koltukta oturan kadının gözlerine saplıyor. Karşıdan gelen otomobillerin camları sarı sarı parlıyor. Sarı bir dünya bu. Yol kenarındaki ay çiçek tarlaları, buğday tarlaları sapsarı. Biteviye kayan gri asfalt, kurumuş dereler, çıplak, boz tepeler, sokaklarından insan çekilmiş kasabalar, geçtikleri. Adama uyku bastırdı, kadın yola çıkmanın heyecanını çoktan geride bıraktı. Güneye iniyorlar, daha ısınıyor hava, hareketlere bir yavaşlık, bıkkınlık, ruhlarına varoluşun sıkıntısı çökmeye başladı. Kadın şoförü uyardı. “Çalan cd, üçüncü devrine başladı.” Adam radyoyu açtı. “Amanın ninnah ninnah esmerim vay vay”. Değiştirdi kanalı. Cızırtılar, kadın erkek sesleri, kesilen konuşmalar. Kapattı. “Of, kafam şişti” dedi kadın. Onlar sustu motorun gürültüsü devam etti. Sabah erkenden yola çıkmış olsalar da güneş tepelerinde yükseldikçe sıcaklık ve nemle bunaltı hissi artıyordu. ”Sıcak” dedi kadın. “Evet çok sıcak” dedi adam. Konuşmak sıcağı çoğaltıyormuşçasına sustular. “Susadım” dedi kadın. “Birazdan benzin istasyonuna girip içecek soğuk bir şeyler alırız” dedi adam. Gülümsemeye çalıştı. Macera, çıkıp kafalarına göre gideceklerdi, yola öyle çıkmışlardı. İşte birkaç saatin sonunda daha şimdiden pes etmiş, medeniyet satan ilk benzin istasyonunda durmak için fırsat kolluyorlardı. “Niçin güldün” diye sordu kadın. “Doğru söyle evde klimayı açıp şöyle mis gibi serinlikte film izliyor olmayı istemez miydin*” diye sordu adam. Kadın cevap vermedi.
Asfaltta akıp giden beyaz çizgiler, motorun biteviye gürültüsü her birini kendi ruhsal derinliğine çekiyordu. Adamın yolculuklarda en sevdiği. Kendi içine yol alıyordu böyle zamanlarda. Geçmişine, yapıp yapmadıklarına, çocukluk ve ilk gençliğine, yitirdiği insanlarla olan anılarına, kendi uçurumuna doğru yol almayı seviyordu. Konuşmuyor, kadının da konuşmasını istemiyordu. Zihninde düşünceler, imgeler, oradan oraya yüzerken o da onları izlemenin keyfini çıkarıyordu. Sonunda belli bir düşünceye ya da imgeye hemen ulaşmıyordu o anda. Aylar geçiyor ve bir gün herhangi bir iş sırasında gün ışığının pencereye vurması, bir rüzgârın çıkması gibi uzaktan çıkıp gelen bir sezgiyle birden anımsıyordu. Ve anımsadığı geçmişin ilmek ucunuysa daha önce yaptığı bir araba yolculuğunda yakalamış olduğunu anımsıyordu.
“Şuraya bak” diye haykırdı kadın. İlerde sağda bir tepeyi işaret ediyordu. Çam ve Meşe ağaçlarıyla kaplı yeşil bir tepeydi bu. Bu dağı aşınca denizi göreceklerdi. Sağa çek tırmanalım” dedi. Gördüğü her tepenin zirvesine ulaşmayı mutlak hedef haline getirirdi. “Göründüğü kadar alçak değil” dedi adam. Tırmanmak en az üç dört saatimizi alır. “Olsun” dedi kadın, “yapalım.”
Şimdi sık ağaçlarla kaplı koruya girmiş yürüyorlardı. Tepelerindeki sık yapraklar güneşi dantela gibi kesiyor, az ötelerindeki derenin suyu burayı az önceki gri tozlu asfalttan, kuru- sarı dünyadan ayıran yeşil bir vadiye akıyordu. Kadın gururla güldü. İyi ki girmişlerdi bu koruya. Şimdi ikisi de çocuk gibi neşelenmiş, gençleşmiş, hareketlerine tavırlarına bir hafiflik gelmişti. Kız sekiyor, ağaçtan ağaca koşuyordu. Adam bir avcı gibi kulaklarını burnunu havaya dikiyor, çam, reçine, ot, çamur kokularını içine çekiyor, mutlu hissediyordu. Derenin kenarında durup suyun akışını seyrettiler. Sanki tüm yolu bu suya, onun şırıltısına, berraklığına varmak için gelmiş gibiydiler. “Ne kadar sıcak olursa olsun bir su kıyısındaysan ya da bir ağaç gölgesi sorun yok” dedi adam. Ellerini daldırdığı dereden aldığı suyla başını ıslattı. Kadın birkaç küçük çakıl taşı çıkarıp tekrar suya attı. İkisi de buradan gitmek istemiyordu. Yine de su kenarından ayrılıp tepeye doğru tırmanmaya devam ettiler. 0nlarla birlikte etraflarında kelebekler uçuyor, göremedikleri kuşlar ötüyor, koru kendi habitatına giren bu iki yabancıyı temkinli bir şekilde izliyordu. “Hişt!” diye uyardı adam, “dinle.” Kadın bekledi. Korkmuştu. “Duydun mu” diye fısıldadı adam. “Garip bir hayvan sesine benziyor. Ne olduğunu bilmiyorum.” Bir süre durup dinlediler. Tepede alıcı bir kuş dönmeye başlamıştı. Belli belirsiz bir rüzgâr çıkmıştı. Şimdi koru habitatı korumak isteyen bir organizma olarak bu iki yabancıya karşı savunmalarını başlatmıştı. Adam tüm dikkatine rağmen kolunu ısırgan otlarına kaptırdı. Kolu kızarmıştı, yanıyordu, bu durum az önceki sıcak havadan bambaşka bir durumdu. “Isırgan otları niye var?” diye sordu adam. “Neden korunmak istiyorlar? Dikenler niye diken?” diye sordu kadın. Ya gelinciklerin narinliği? Yere dökülen çam pürleriyle ayağı kayıp dizini sürttü kadın. Yan yana oturdular. “Yukarı tırmanmamızı istemiyor bu dağ” dedi kadın. Adam oyuna katıldı. “Yukarda gizli bir hazinesi olmalı. Ama bizi vazgeçiremeyecek.” Elini uzattığı gibi kadını yerden kaldırdı, yürümeye devam ettiler. Yanlarına su almamışlardı, havada görünür görünmez polenleri devreye sokmuştu koru. Adam arka arkaya hapşırmaya başladı. Alerjik Riniti uykudan uyanmış olmalıydı. Yukarıya tırmandıkça yoruluyor, bedenleri çöküyor, az önceki hafiflik hissi yorgunluğa doğru yol alıyordu. İki tür yolculuk vardı kahramana ait. Erginleşmek isteyen her kahraman yer altına yol alırdı Dante gibi. “Biz yer altına değil yukarıya yolcuyuz “dedi. Kadın anlamamıştı. Adam ona açıkladı. “Ne kadar yükseğe çıkarsan o denli derine düşerdin.” Devam edip edemeyeceklerini sınıyordu her ikisi de.
Nihayet tepeye vardıklarında sınavı geçmiş ve zirvede olmayı hak etmiş olduklarını hissediyorlardı. Şimdi bulundukları zirvenin hakimiymişcesine yanılgıya düştüler. Az önce yorulan, düşen, sıcaktan bunalan faniler sanki onlar değilmiş gibi gururla ve zaferle göğüslerini öne çıkartıyordu her ikisi de. Tepenin diğer yüzüne yürüdüler. Burası dimdik bir eğimle aşağı vadiye uzanıyordu. Basbayağı bir uçurumdu. Ama indiği yerdeki vadinin güzelliği insanda orada bulunma isteği uyandırıyor ve uçurumun kenarındaki insanı kendine çekiyordu. Yan yana oturdular. Sıcak, medeniyet, asfalt, yorgunluk ve bunaltıyı tepenin başında, aşağıda bırakmışlardı. “Derler ki” diye söze girdi adam.
“Derler ki her uçurumun gözleri vardır. Sana bakar. Bir kenarında oturup o gözlere bakarsan seni kendi girdabına çeker. Yalnız hem o gözleri yakalayıp hem de ürkmeden dimdik bakmayı becerirsen bu kez senin zaferin olur.”
“Ne olur yani?” diye sordu kadın. Başka birisi olursun artık. Kendi gözlerini uçurumda bulmuş ve kendi karanlığına bakabilmiş biri gibi. O yüzden bazıları uçurumun kenarına gidemez. Kendinden korkar.” Sustu. Sıcak, burada uçurumun kenarında hissedilmiyordu.