Müge Koçak
Kızıl saçlı kadın, su bardağındaki Chateau De ile başlayıp 1999 ile sonlanan kırmızı şarabı yudumlarken şarap kadehinin tabanından tutulması ve aroması ve bukesinin içeride kalması için şeklinin bombeli olması gerektiğini söyleyen, şaraptan bir yudum aldıktan sonra, tatların bütünlük içersinde algılanmasını kolaylaştırmak için, dil ve ağzın her köşesinde bu yudumun dolaştırılmasını öneren ve “dili saran”, “yoğunluk hissi yaratan”, “kolayca akıp giden”, “damakta kalıcı bir tat bırakan” gibi tanımlamalar kullanan şarap tadıcılarının, aslında hiç de kendisi kadar keyif almadıklarını düşündü; Chateau, Bordeaux, Buzbağ, Doluca, Köpek Öldüren ya da Çankaya ne fark eder. O şarabı seviyordu, kırmızı olanını. Zihni, tat ayrımını yapamadığı şaraplardan 1000 kelimelik yazısına kaydı:
Sene 1999, kadın – ki o zamanlar esmer teni, uzun kirpikleri, buğulu bakışları, biçimli kalçaları, incecik beli ve beline inen kuzguni bukleli saçlarıyla validesinin “boyun biraz daha uzun olsaydı kâinat güzeli olurdun” sözlerini doğrulayacak kadar büyüleyici – arkadaşlarının “Paris sevgiliyle gidilince Paris’tir” sözlerine kulak tıkayarak, şehir ışıklarının altında “Paris’te Aşk Başkadır”ı yaşamak ya da en azından bu şansı bir kere bile olsa yakalamak için sanatın ve romantizmin başkentine doğru yola çıkar.
Yol hazırlıkları aslında çok da romantik değildir. Sabah yediden itibaren beş saat sürecek konsolosluk önü vize kuyruğu bekleme maratonu, birlikte gidilecek kız arkadaşın temkinli yaklaşımları sonucu adım adım programlanan bir seyahat, yola çıkılmadan önce metro haritası inceleme gecesi, rezervasyon yaptırılan otele ulaşmayı sağlayacak olası tüm yolların envanteri, genel şehir panoraması, kullanılacak kelimeler, havalimanı adabı, gelecek bir haftanın hava durumu ile ilgili bilgiler dahil akla gelebilecek tüm detayların altının üstüne getirilmesi… Tüm bunlar kadının romantizm beklentisini kısmen sekteye uğratmış gözükse de o yılmaz; aşkı yaşayacaktır hem de aşkın ve sanatın şehri Paris’te.
Uçak, Charles de Gaulle Havalimanı’na indiğinde pasaport kontrolünden kolayca geçerler. Kalacakları otele nasıl gidileceğini bilmenin rahatlığı vardır üzerlerinde. Otomatik kapıların önündedirler artık ve aşka, romantizme, Paris’e bir adım kalmıştır. Kapı açılır, bir an duraksarlar. “RER, Air France Otobüsü, Roissy Bus, Metro”. Uykusuz geçen gecede ezberlendiği gibi değildir havalimanı çevresinde hızla dolaşan araçlar. Kısa süren krizin ardından, sırasıyla binilen otobüs ve trenden sonra inilen yerde yardımsever Fransızlara oteli tarif ettirmeye çalışırlar. Fransızlar yardım etmek için can atarlar ama Fransızca. Küçük bir sorun vardır; kadın ve temkinli arkadaşın Fransızca ile tek haşır neşirliği “Voulez-vous coucher avec moi?” dan öteye geçmemektedir. Bavullar ve sırt çantaları ile yapılan uzun bir yürüyüşün ardından ulaşılan otelin, metronun hemen yanı başında olması da doğrusu biraz can sıkıcı sayılabilir.
Kadın kafasını yazısından kaldırdı, gözlerini tavana dikti, sigarasından derin bir nefes çekti, bardağına kırmızı rengi doldurdu tekrar:
Şehirdeki ilk yürüyüşünü Eyfel Kulesi’ne yapar. O da bir çoğu gibi ilk başta çirkin kulenin büyülü şehir Paris’e yakışmadığını düşünür. Oysa Eyfel ihtişamlıdır, mağrurdur. Sanki kendini ilk görenlerin önce küçümsemesine sonra hayran kalmasına alışık gibidir.
1889 yılında Fransız devriminin 100. yıl dönümü anısına düzenlenen uluslararası sergi için inşa edildiği zamanlardan bu yana, 110 yılda, çok şey değişmiştir ama kule hâlâ tüm ihtişamıyla ayaktadır. Açılan tasarım yarışmasına katılan 700 kişiyi geçerek, oybirliğiyle seçilen Gustave Eiffel tarafından yapımına başlandığında şiddetli tepkiler almış, aralarında Maupassant, Emile Zola, Charles Garnier ve Genç Alexandre Dumas’nın da bulunduğu 300 kişi, hükümete kuleyi protesto eden toplu bir dilekçe vermiştir. “Biz, sanatçılar, yazarlar, ressamlar, heykeltıraşlar, mimarlar ve Paris’in güzelliğine tutkun olanlar, tüm benliğimizle ve nefretimizle, tehlike altındaki Fransız sanatı ve tarihi adına, yararsız ve iğrenç Eyfel Kulesi’ni şiddetle protesto ediyoruz.” Buna rağmen Eyfel, Paris’i, Parislileri, kendini her yıl ziyaret eden milyonlarca kişiyi sever. Gece yaklaştığında tüm ışıklarını yakar, Sen Nehri kıyısı boyunca yürüyen âşıkları, Pont Neuf Köprüsü’nden geçenleri, “bateaux-mouches” ile Paris’in güzelliğine nehirden bakanları, yollarda öpüşenleri, sokak kafelerinde küçük kaçamaklar yaşayanları aydınlatır. Şehir yorgun düşüp uykuya daldığında bile o uyumaz; birileri sessiz gecelerde bir köşede gizlice onu seyredip hayallere dalıyordur diye.
Gözlerini sayfaya dikti, tıkanmıştı. Kalktı dolaştı biraz evin içersinde. Öyle ya tüm Paris’i; Champs – Elysees’i, Tuileries Bahçelerini, Place de la Concorde’u, Arc de Triomphe’ı, Chatelet Meydanını ve çevresini, Les Invalides’i, Opera binasını, Vendome Meydanını, Notre-Dame’ı ve daha sayamadığı birçok yeri her biri A4 boyutundaki dört sayfaya sığdırabilecek kadar yetenekli değildi. Louvre Müzesi’ni bile tam anlamıyla gezmek için bir hafta gerektiğini söylediklerini hatırlayınca yazmaktan vaz mı geçsem diye düşündü. Sonra vazgeçmekten vazgeçti. Günümüz internet teknolojisi, kitapçılarda “Turistler için Rehber” adı altında satılan kitaplar, onun 1000 kelimeye sığdıramayacaklarını zaten detaylı olarak gözler önüne sunuyordu. Paris’in görkemli eserleri hakkında ayrıntılı bilgilerin bulunabileceği kaynaklardan biri olmak istediğini sanmıyordu. Yazısına geri döndü.
Kadın o güne dek gördüğü en güzel bakışları kendi üzerinde yakaladığında, ressamlar tepesi Monmarte’ın sokaklarında akşamüstünün ılık esintisi geziyordur. Tepenin üzerinde tüm görkemiyle yükselen Sacre-Coeur Kilisesi’ne çıktığı dik merdivenlerden aşağı inerken, sokak ressamlarının arasında tekrar onu görüp göremeyeceğini merak eder. Tüm dünyadan sanatçılara ev sahipliği yapan, yıllarca buluşma yeri olarak kullanılan Place du Tertre’da randevusu vardır kadının. İçini ısıtan gözlerle tekrar karşılaşması uzun sürmez. Ressam kadına bakar, kadın ressama. O an karar verir, resmini yaptıracaktır bu güzel ellerin sahibi sanatçıya.
Ressamın pek de düzgün olmayan İngilizcesine rağmen anlaşabilirler. Kadın adamın işaret ettiği tabureye oturur, yeşil gözlere doğru başını çevirir. Ressam Brezilya doğumlu bir Fransızdır. Altı ay Fransa’da altı ay Brezilya’da yaşadığını söyler. Sanat ve bahar onun için Paris demektir. Gülümser kadına; nereden geldiğini, Paris’i nasıl bulduğunu sorar. Bir ara kadına yaklaşır, hafifçe çenesinden tutar; gözleri gözlerinde. Kadın yanaklarının kızarmasına alışık değildir. Ten renginin, pembeleşen yanaklarını gizleyeceğini düşünerek rahatlar. On dakikalık zamanı kısa ya da uzun olarak tanımlama becerisini yitirmiştir. Adam resmi bitirip kadına uzatır. Kadın kararlıdır, ödemeyi yapıp ardından Paris’i ressamla keşfetmek istediğini söyleyecektir.
“Ne kadar?”
Ressam yanıtlar,
“ One- fifty (1. 50)”
Elbette adamdan, “Bu güzel yüzünüzü çizdiğim için asıl ben size para ödemeliyim” yanıtını beklemiyordur.
Aralarında oluşan bu çekimin, alışverişin katil ellerine teslim olmasından korkarak hemen cüzdanından parayı çıkarır ve 50 Frankı adama uzatır, “Kusura bakmayın bozuk yok, bozabilecek misiniz?” Adam yemyeşil gözleriyle önce kadına sonra paraya bakar ve kadının bundan sonraki yaşamında kulaklarından silinemeyecek o hain kahkahayı atar,
“ Hanımefendi, one-fifty derken 150 Frankı kastetmiştim, 1.50’ye Paris’te kahve bile içemezsiniz.”
Dünya kararmış, Paris kararmış, aşk pılısını pırtısını toplayıp arkasına bakmadan uzaklaşmıştır. Adam 150 Frankı alır ve bir sonraki müşterinin gözlerini aramaya başlar. Kadın elinde resmi, kalbinde hayal kırıklığı, cüzdanından eksilen 150 Frankı sokağın ortasında kalakalır. Resme bakar; aralarındaki tek benzerlik dalgalı saçlarıdır…
Kızıl saçlı kadın elindeki kalemi masaya bıraktı, çekmecesini açtı. Büyük beyaz bir zarfın içinden karakalem çizilmiş resmi çıkardı. Kadehindeki son yudumu boğazından aşağı yuvarladı gülümseyerek. Sonbahar yaklaşıyordu. O beklediği aşkı yaşamıştı, sanatın şehri Paris’le…