Aynı masadayız. Karşımda oturmuş eski günleri yâd ediyor. Bu güzel şehrin bir başıma tadını çıkartacakken, çığlık çığlığa adımı bağırıp karşıma kurulduğundan beri hiç susmuyor. Neredeyse nefes bile almayacak. Karşılaştığımız için gerçekten mutlu görünüyor. Oysa ben ülkemden kilometrelerce uzakta, geçmişimi nihayet çok gerilerde bıraktığımı düşünmeye başlamışken, adını bile duymak istemediğim bu insanla nasıl oluyor da bu haldeyim anlamıyorum. Gözüm sürekli kafenin girişindeki saatte. Tam bir saattir susuyorum. “Anlattıklarının benim için hiç önemi yok” diyorum içimden. Yalan… Aslında var, hem de çok var. Her şeyin sebebi o değil mi? Dik duruyorum. Yıllar boyunca öğrendiklerimi uyguluyorum. Tüm yaralı insanlar gibi elbette ben de kendimce bir savunma geliştirdim. Sakinliğimi koruyabilmek için telkinde bulunuyorum. “Sakin ol.. bir gün olacaktı.. geçip gidecek… Bir daha asla görmeyeceksin.. şimdi sus… Hiç cevap verme… Konuşma… Bırak o konuşsun, o dinlesin… Birazdan bitecek ve sen kaldığın yerden devam edeceksin hayatına” Ama kadın tüm telkinlerimi boşa çıkartmayı başarıyor, son cümlesindeki tek kelime beni benden alıyor: KIRGINIM. O an kendimi sakin tutmak için tutunduğum görünmez halatları koparıyorum. Yaptığının farkında mı bu? Cümlesini tekrarlıyor: “Yani o gün düğünüme gelmediğin için sana çok kırılmıştım…”
İçimdeki fay hattı nihayet kırılıyor, büyük deprem bedenimi ele geçiriyor. Ellerimi zapt edemiyorum, zangır zangır titriyorlar. Onları usulca masanın altına çekiyorum. O konuşmaya devam ederken başımı sağa sola çevirip yan masalardan kafasına indirecek bir şeyler aranıyorum. Boş hesap kutusu işime yarar. Ciddi ciddi bunu düşünüyorum. Bir hamle yeter haddini bildirmek için. Aradan tam 17 yıl geçmiş. Koskoca 17 yıl. Onca yıllık terapi seansları, onları desteklemek için aldığım sakinleştiriciler, yoga derslerine döktüğüm servet, küçük şeyleri dert etme diyen kişisel gelişim zırvalıkları bir tek kelimeyle köpükten balonlara dönüştüler. Bu kadın gerçekten aptal mı, yoksa numara mı yapıyor? Dünya üzerine gelmiş en kötü kalpli insan mı yoksa? Hayatımda bana onun kadar kötülüğü dokunan biri olmadı. Ve şimdi yıllardır o mu bana kırgınmış? Küçük bir kırgınlığın ötesinde bir şeydi bana yaşattığı. Hayatımın seyrini değiştirdi. Bugün 41 yaşımdayım, evet ayakta kalmayı başardım. Yitirdiklerimi düşünmemek için işimi varım yoğum yaptım, gecemi gündüzüme kattım. En tepedeyim. Peki ya benliğim? Tekrar yara almamak için etrafına görünmez duvarlar ördüğüm kalbim? Hissizleşmeyi öğrettim. Ama işte insanın içinde yara bir kez açılmasın. Durup durup kanıyor. Hem de en beklenmedik anlarda.
Doğum günüm. Bugün buraya 40’ıma veda etmek için gelmiştim. Viyanalı iş arkadaşımın tavsiyesiyle reçelli taze çöreklerden yiyecek, kocaman bir fincan kahveyle Andy Varhol’un masasına kurulacaktım. Tanımadığım insanlar, tanımadığım bir şehir, yeni tatlar ve yeni kokular arasında geçmişle vedalaşacaktım. Giden yıllarımın artık yasını tutmayacak, gelecek 40 yıl için kutlama yapacaktım. Yok, onun karşısında dağılmayacağım. Sakinleşmeliyim. Sadece şöyle uzaktan ona göz ucuyla bir bakmam yeter aslında. Çok değişmiş. Yıllar önceki güzelliğinden eser kalmamış. Yüzü şiş, yaşının kattığı çizgileri botoksla kapatmaya çalışmış. Dudakları da aynı zehirli iğneden nasibini almış, çok belli. Evet, saçları son modaya uygun kesilmiş ve boyanmış, iyi bir kuaförü olduğu kesin ama ne fark eder ki iyice seyrekleşmişler. Boyu bile kısalmış sanki. Aldığı kiloları hiç söylemiyorum. Otururken kat kat olmuş göbeğini giydiği gömlek gizleyemiyor. Nerede o okulun bütün erkeklerini peşinden koşturan kız? Bir kaç saat önce oteldeki odamdan çıkmadan önce aynaya yansıyan siluetim gözlerimin önüne geliyor, ister istemez ikimizi yan yana yerleştiriyorum. Yıllardır yaptığım yogayla dinç kalan bedenimi, aralarına ufak tefek beyazların yer ettiği gür, kumral saçlarımı, yüzüme anlam katan çizgilerimi düşünüyorum, keyfim yerine geliyor. Ona ikram etmeden bir sigara çıkartıp yakıyorum. Acaba kaç çocukları oldu? Bir anlık mutluluğum dağılıveriyor bu düşünceyle.
“Aslında” diyor “Ben de sana belki de boşuna kızdım bunca yıldır…” Nihayet biraz duraksıyor, o da çantasından bir sigara çıkartıp yakıyor. “O gelmediğin düğün var ya, evliliğim anca iki yıl sürdü. O da çoğu günü kavga dövüşle geçti” İşte o an kalbim sıkışıyor. Bilmiyordum. “Zaten olmazdı Haluk’la. Hatırlıyorsun değil mi onu? Hani bizim okulun edebiyat kulübündeydiniz birlikte. İkimiz birbirinden öyle farklı iki insandık ki. Gençlik hatasıydı evliliğimiz. Anladık. Ayrıldık. Ben başka birine âşık oldum. Peşinden taa buralara geldim. Artık buralıyım diyebilirim. İki çocuğum oldu bak resimlerini göstereyim. Sen neler yaptın bunca yıldır, biraz anlatsana. Kadere bak?… Viyana’da, Cafe Hawelka’da oturmuş sohbet ediyoruz. Aklından geçer miydi?”
Cevap vermeden kalkıyorum. Acelemin olduğunu, beni beklediklerini söylüyorum. Arkamdan şaşkın şaşkın bakıyor, biliyorum. Ondan, anlattıklarından olabildiğince hızla uzaklaşmak istiyorum. İçimdeki ses susmuyor, öfkeyle bağırıyor: “Kaltak… o düğün benim olacaktı. Eğer sen sevdiğim adamı ayartmasaydın.” Şimdi neye üzüleceğimi neye sevineceğimi bilemiyorum. Kader intikamımı benim yerime almış görünüyor. Boşa teselli… Gözlerimden akan yaşları silerken, tamam almış da koskoca bir kırgınlıkla yön değiştiren hayatımın hesabını kimden soracağım diye düşünüyorum.