Pencere camının üzerinden aralıksız düşen damlaların gerisindeki bahçede terk edilmiş mezar taşları gibi dikili duran dut ağaçlarının ıslak hüznü parlıyor. Kar yağmış gibi yağan Karyeyen yağmurlarının indiği topraktan yükselen buğuda, sahipsiz ruhlar avare gezintiye çıkmış. Tehditkâr gökyüzü, tüm yeryüzünü sonsuza dek yutuverecekmişçesine alçalmış. Fırtına şiddetini giderek artırıyor. Kar bekleniyor Godot’u bekler gibi, ama gelmiyor; çocukluk düşlerinden, kartpostallardan, resimlerden çıkıp da gelemiyor. Geliverse mevsim normallerine dönecek! Kuvvetli rüzgâr, pencerenin önündeki ceviz ağacının kimi ince dallarını hoyratça sarsıp öfkeyle uğulduyor. Çırılçıplak dalların yakarırcasına uzandığı manzarayı seyreden Ela, ürpertiyle şalına sarılıyor.
Yağmur dindi. Az sonra çıplak dallara üç kara nota gibi kondu üç karakarga. İsa’nın kemikli parmakları utta şarkıya başladığında üç renkli bir sokak köpeği saklandığı yerden çıkıp sokağın karşı tarafına doğru müziğe uygun adımlarla yürüyordu. Pencereden dışarıyı seyreden Ela mırıltıyla şarkıya katılıyor, köpeğe, ceviz ağacına, dut ağaçlarının gerisindeki geçmişe bakıyordu. Aniden adama döndü:
– Sözler nasıldı? Onca zaman, ikinizin evde bambaşka diller konuştuğunuzu hiç aklıma getirmemişim. Bir Kürt, bir Ermeni ve Türk…
Ud çalan adam çalmayı bırakmadan söyledi:
– Gûliyên dara dil şikestin, birîndarim wey. / Yürek ağacının dalları kırıldı.
– Kendi yüreğini bir ağacın dallarına benzetmek! Çok yaralayıcı değil mi?
– Bê zeman û bê ziman im. / Dilsizim ve zamansızım, uzaklardaki memleketimde de hep yabancıyım.
Kürtçe, Ermenice şarkı sözlerinin yürek burkan nedenleri, coğrafyanın acıları, yaslı anlatıları üstüne konuşuyorlar: Geride kalmış zamanların, kurumuş nehirlerin, eski yaşantıların, kaybolup gidenlere yakılan ağıt ve yakarışların şarkılarını… Kır ve köy manzaralarını taşıyan zamanlardan, yitirilmiş doğadan, dağlardan, sessiz mabetlerin mermer avlularından, taş duvarlardan çıkan ağıt ve yakarışlardan…
– Aynur’un şarkısında da aynı şeyi hissettim. Anlamını bilmediğim sözcüklerin birden hayat bulması mıydı beni şaşırtan. “Karanlık gece, karanlık gece!”
Karanlık gece namevcut bir imge… Yok artık! Kalabalıkla ve ışıkla işgal edilmemiş bir gece yok ki! Gaz lambasının kerpiç duvara vuran gölgesini gösteriyor şarkı. Gölge, duvarda şekilden şekile giriyor her mısrada. Çok eski, daha doğrusu zamansız şarkılar onlar.
Sevmek, yitirmek; kim sevmemiş, kim kaybetmemiş ki hayatta? Masanın üstündeki kitabın kapağı: Adam Phillips, “Kaçırdıklarımız-Yaşanmamış hayata övgü”… Yaşadığımız, ait olduğumuz hayatımız var, bir de bunun dışında, seçimlerimiz sonucu dışarıda kalanlar. O dışarıda bıraktığımız, dağın arkasında uluyan bir kurt gibi ara ara çağırıyor hiç ama hiç durmadan. Sık değil ama istikrarlı varlığını hatırlatıyor. Sonsuza dek yitirdiklerimizi, kaybettiklerimizi, terk ettiklerimizi, hayatımızdan çıkıp gidenleri, seçmediklerimizi… Ara ara kendini gösteren o gizemli ve çekici hayaletleri. Yaptığımız seçimlerden inşa ettiğimiz hapishanenin dışında kalan ötekileri. Bize artık ait olmadıkları için mi değerli geliyorlar ki uzaktan hasretle onlara bakıyoruz. Başka bir sevgili, başka bir meslek, o sapak değil bu sapak, o yol değil de bu yol. Seçimlerin daralttığı yaşantımız artık ötekilere, duvarın dışında kalanlara kapanmış olduğundan mı arzuyu kışkırtıyor. Tatmin olmayan arzuysa hüsranı…
Şarkılarsa, kaçırdıklarımızla yaşadığımız bu dünya arasındaki duvarda sabırla delikler açıyor. Duvarın ötesinden, o ötekilerden bize ufak esintiler, kokular getiriyor belli belirsiz. Gölgeler düşürüyor üstümüze batan bir ufukta. Hülyalı gibi başımız dönüyor, bazen o girdaba kapılıp çağrıya uyarak gidenler oluyor öbür tarafa. Kim bilebilir ki daha mı mutlular? Kitaplar, şarkılar, şiirler, resim, işte hep bu öteki hayatın göstergeleri olarak durmuyorlar mı önümüzde! Hem bir gösterge hem bir teselli!
İnsanlar kuantum tanecikleri gibi aynı anda hem orada, duvarın dışındaki dünyada, hem burada duvarın içindeki yaşantıda olamıyor maalesef. Aynı anda birçok yerde, aynı anda başka başka insanlarla olmak istiyor, olamıyor. Zaman, hayat, fiziksel beden buna izin vermiyor; tek bir hayata sığmıyor özlemler, hayaller, istek ve arzular. O yüzden kuruluyor cennet düşleri, müzik olup önümüze geliyor.
Yaşayamadıkları hayatı anlatıyor şarkılar. Müzik akıyor, sözcükler her seferinde gizemini bir parça daha saklarken ezgi düğüm düğüm bağlıyor ruhları. Çok uzun zaman önce yaşadıkları, geride bıraktıkları duyularını canlandırıyor şarkılar. Zorunlulukların, sorumlulukların sınırladığı bugünkü hayatlarında var olmayan duyguların derin izlerini anımsatıyor. O yüzden her şey mümkün şu dakika. Varlığın, özün, ruhun hissedildiği ender anlardan biri bu, adı yaşamak…
Bir zamanlar sadece müzik yapmak hayatlarının varoluşsal tek amacıydı, savrulup gittiler ayrı taraflara. Şimdi yıllar sonra tekrar buluşup çalışmaya başladılar.
Kapı gürültüyle açılıyor, grubun üçüncü adamı, Yetvart giriyor içeri her zamanki coşkunluğuyla. Sarılıp kucaklaşıyorlar. İstiklalde yürürken çok çekici kadınlar gördüğünü, kitapçıların raflarında yeni çıkan kitaplara bakarak iç geçirdiğini anlatıyor. Oysa artık ne kadınlar, ne kitaplar ulaşılabilir durumdaymış ona. Dışarda bırakmalıymış mecburen. Paltosunu çıkarırken durmadan konuşuyor.
– Hayır, ben kötü oluyorum. Onca kitap varken ben niye okuyamıyorum diye sormaya başlıyorum. Mutsuz oluyorum anlıyor musunuz? Sadece kitaplar mı? Yeni çıkan albümler. O albümlere ve kitaplara bakan hoş ve çekici kadınlar. Artık sahip olamayacağım, olmadığım onca şeyin benim dışımda var olmaya devam ettiğini, hayatın orada bensiz de akıp gittiğini görmeye dayanamıyorum.
Diğer ikisi gülmeye başlıyor, o da onlara katılıyor. Sakin mizaçlı İsa, ona sen en iyisi evden hiç çıkma, diye takılıyor. Yetvart, senin niye çıkmadığın belli diye cevaplıyor.
Aniden kar başlıyor. Camın önünden düşen kar taneleri, içerde kendilerini seyreden üç kişiyi görmüyor. Salınarak acelesiz iniyorlar, bir ara un gibi küçülüyorlar. Sanki başka bir gezegenin ak tozuymuş ya da rüyalardan ağıyormuş gibi dünyaya kar. Üç çocuk misali itiş kakış birbirinin üzerinden cama abanıyorlar, gözlerinden yaşlar geliyor sevinirken. Ela’nın kehribar gözleri cam gibi parlıyor, İsa geçmişte çok iyi bildiği o parıltıyı bir kez daha gördüğüne bir seviniyor ki “Hoy Nare Nare “geliyor aklına Bedirxan’dan. Kara gözler, Daldaki güller, Narinim Ela diyor ki:
– Sabaha kadar kar yağar ve sokaklarda bembeyaz birikir ya! Sabah okula gitmek için evden çıktığımda karın biriktiği yoldan benden önce kimsecikler geçmemiş olsun isterdim. Kapıyı açar, büyülü bir bahçeye bakar gibi kalakalırdım. Sonra birden koşmaya başlar, kollarımı açarak sırt üstü geriye atardım kendimi.
– Kar üstündeki kedi patisi, kuş pençesi ya da Vitruvius kadının vahşi izinden daha güzel ne olabilir ki? Kar, iz bırakmak içindir, diyor İsa.
– Kar gelmeyecek buralara bir daha, ama biz gideriz ona isterseniz, deyince Yetvart,
“Kar yağar kar üstüne” yi söylemeye başlıyor biri, diğerleri de ona katılıyor. Şarkı devam ederken kar yağışı duruyor. Bulutların arkasından güneş yüzünü gösteriyor. Mademki güneş çıktı, diyor Ela: “Geceleyin gökyüzünden, güneş topla benim için.” Hangi şarkının hangi ruh durumuyla geldiğini artık çok iyi biliyorlar. Yetvart sevinçle konuşuyor:
– Kalpten kalbe giden görülmez bağın notalar olmadığını kim söyleyebilir? Müzikle, şarkılarla bağlanmışız bir kere, kan bağıyla değil!